28 Aralık 2010 Salı

Sertab gibi...

.
Sertab Erener: Belli bir tarzı olmayan güçlü bir ses. Müzik kariyerindeki ilk kaseti (o zamanlar kaset vardı)  Sakin Ol (1992) ile bir anda patlamış ve milyon üstünde albüm satışı yapmış  bir isim.

Sezen Aksu imzalı 'Vurulduk', 'Aldırma deli gönlüm', 'Oyun bitti', 'Yalnızlık senfonisi'  gibi nitelikli, hareketli ve esaslı pop müzik şarkıları ile dolu o dönemi; yıllar sonra izlediğim bir söyleşisinde küçümsüyordu gibi sanki...
"Kalite"nin yerli-yersiz kullanımı ile zehirlenmiş insancıkların pop olanlarından biri gibi gözükmüştü bu laflarına şahit olunca... Bana göre çok itici bir doğası var açıkçası.


Bir sonraki albümünde (La'l, 1994) gençliğinde aldığı opera eğitimini ön plana çıkaran şarkılar;

(Özellikle 'Rüya', 'La'l' ve 'Masal' kayda değer dikkat çekici parçalardı bu albümdeki.)


Bir başka albümünde (Sertab gibi, 1997) yoğun biçimde harika dramatik şarkılar...

(Sertab Erener'in adı anıldığında aklıma ilk gelen 'İncelikler yüzünden' bu albümde idi.)


Sonra adeta bir misyonu çağrıştıran "Tanrı unutmuş olsa da..." diye başlayan 'Vur yüreğim' gibi parçaları içeren, zıt tarzları içinde barındıran bir albüm ve gelen ödüller...

('Vur yüreğim', 'Zor kadın', 'Makber' ve 'Gece kraliçesi'...   Ne alaka gerçekten?)




'Zor kadın'ın ardından, 'Kumsalda' ve 'Güle Güle Şekerim' gibi şarkılarla ilk çıkışındaki pop tarzına dönüş (Turuncu, 2001) (bana sorarsanız beğenmediği ilk döneminden çok daha pespaye bir müzikal duruş ile); "Önce resimleri duvardan kaldırdım" gibi sözleri olan 'Yolun başında' benzeri seçimlerle tekrar değişen tınılar, "yeni bir aşk, yeni bir iş..." dediği yeni dönem şarkıları  ('Kendime Yeni Bir Ben Lazım'), sürekli değişen daldan dala müzikal tarzlar ve giyim tarzı derken 2003'teki Eurovision başarısından sonra fiziksel görünüşü de sürekli değişerek (°bkz: Estetik) karşımıza çıkan ve artık İngilizce şarkılar okumaya başlayan...  Sertab goes to the club  ismini verdiği şaka gibi albüm çalışmasıyla eski muhteşem parçalarını diskolayıp (?) rezil etmiş bir tuhaf ego.


Sonrasında tutmayan ve olmamış bir Aşk ölmez ('Satılık kalpler şehri',  'Aşk ölmez biz ölürüz') ve bu blogu yazdığım şimdilerde de 'Rengârenk' ve 'Koparılan çiçekler' diyen...

(Bu kadar basit pop şarkılara böylesi zıttı albüm kapak tasarımları ve klipler yapmaya sanırım "kalite" diyor Sertab hanım.)



- Miscellaneous -

_Abisi: Serdar Erener. Ünlü bir reklamcı. Turkcell, Hazırkart vs vs... Sertab'ın bazı kliplerine yönetmenlik de yapmış. Nil Karaibrahimgil ile birlikteliklerini evliliğe dönüştürdüler. Aralarında kan bağı olan veya olmayan, hayatındaki kadınlarla reklamlarda bolca ses-görüntü sıkıcılığı yaratarak bendenizi bayan; yaratıcılığı törpülenmiş gibi bir pazarlamacı-reklamcı.
_Sertab'ın eski eşi:  Levent Yüksel. Ve biri daha...
_Demir Demirkan  ile uzun süreli bir aşk yaşıyorlar,  diye biliyorum.
Aşk Ölmez  albümünde  her ikisinin de  söz ve besteleri var.
_Son söz:  Güzel şarkıları vardır kendisinin.



EK:  Rengârenk albümünde 'Bir Damla Gözlerimde' adlı insanın aklına kazınan bir parça var. Şarkı çok güzel, Sertab da çok güzel yorumlamış. Ama opera eğitimimi açığa çıkarıcam, kalitemi konuşturucam diye bazı yerlerde komik komik ve yersiz çıkışlar (bağırmalar?) da yapmamış değil.
Ayrıca bu şarkının klibinden bir kez daha anlamış olduk ki: Fırsat buldukça dile getirdiği Madonna hayranlığı, dış görünüş olarak kendisine benzeme hırsına da dönüşmüş durumda.  İnanılmaz yapay ve nahoş bir kopya olduğunun farkında değil herhalde.

Velhasıl Madonna olmaya özendi,  Nil olmaya özendi... Bi kendine özenemedi.  Kaynağı Sezen Aksu'dansa  ne kopabildi  ne onunla yürüdü.



Sertab Erener  -  Yolun Başı




Sertab Erener  -  Kendime yeni bir ben lazım

HERKESE İYİ YILLAR.
.

25 Aralık 2010 Cumartesi

 CHP'deki  2010 model değişim -devam

.
18 Aralık Cumartesi günü  CHP 15. Olağanüstü Kurultayı gerçekleşti.
Bu ülkede her şey o kadar hızlı ve bardaktan boşanırcasına yaşanıyor ki, benim gibi anlamaya ve hissetmeye zaman ayırmaktan yana olan biri için gelişmeler takip edilemeyecek hızda... Bu halde medyadan ve farklı ortamlardan alıntılar yapmakla yetinmek durumundayım.
Öncelikle Kurultay ile ilgili kısa notlar:  (ve parantez içleri bana ait olacak şekilde araya serpiştirilmiş bazı yorumlarım)


* Kurultay'ın açılışını "Bütün Türkiye'nin ve CHP'nin Kurultayı'nı açıyorum" diyerek  Kemal Kılıdçaroğlu  yapmış.   (Halkçılığa vurgu)

* CHP Eski Genel Başkanı Deniz Baykal ve Eski Genel Sekreter Önder Sav da Kurultay'a katılmışlar.

* CHP Pendik Gençlik Kollarının hazırladığı, yanda bir fotosunu görebileceğiniz şu pankart açılmış:  "68 Ruhuyla halkın iktidarını kurmaya geliyoruz."
"Umudun adı Kemal", "Yandaşa değil yurttaşa hizmete geliyoruz" gibi iktidara göndermeler taşıyan çok sayıda pankartın daha olduğu söyleniyor.

* 10. Yıl Marşı  okunmuş.

* Konuşmaları sırasında halkçılığa vurgu yapan Kılıçdaroğlu, tüm yurttaşlara "Ayağa kalkın.  Özgürlük isteyin.  İsyan edin!"  çağrısı yapmış.
(Neye isyan?  Baskılara mı, zulümlere mi, otoriteye mi? Neye?
Sonra  "özgürlük"  derken kime özgürlük?  Mesela Silivri'ye mi?  İmralı'ya mı?
Ayrıca neye, ne sebeple isyan? Sisteme dair alternatif bir reçeteniz, yol haritanız var mı ki?)

* "Biz korkunun egemen olduğu değil;  özgürlük ve barış türküleri söylenen bir ülke istiyoruz."   Kemal Kılıçdaroğlu
(Bütün konuşmaları boyunca bir kez bile "Kürt meselesi" demediği not düşülen biri söylüyor bu özgürlük ve barış talebini.)

* Bütün ülkenin malum ortak sorunu hakkında konuşurken CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun kullandığı tabir  "Güneydoğu sorunu"  olmuş.


*41 tane somut vaatte bulunmuş  K.K.
(41 kere maşallah ve güzel günlere hep birlikte inşallah. Şöyle bir göz atalım, bakalım neler var.)

Yeni bir Anayasa. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılacak. Medya özgür ve bağımsız olacak. Telefon dinleyenlerden hesap sorulacak. Faili meçhuller aydınlatılacak. YÖK kaldırılacak. Üniversiteler özerkliğe kavuşacak. Üniversitelilerin yurt sorunu iki yıl içinde çözülecek. Harçlar kaldırılacak. Emeklilere vaatler bölümü. Mazot fiyatı yarıya indirilecek. Kadın ve genç temsili artırılacak. Yüzde 10 seçim barajı kaldırılacak. Siyasi Partiler Yasası demokratikleşecek. Milletvekili dokunulmazlıkları sınırlandırılacak. Milletvekilleri ve yöneticilerin mal bildirimleri açıklanacak. Şeffaflık. Sanatçıya özgürlük. GAP bir an önce tamamlanacak.  Çevre talanı konusu.  Üreticinin baş tacı olduğu bir ekonomik düzen kurulacak.  Yoksulluk tarih olacak..... vesaire vesaire.

İşte siyasetten nefret etmemin temel nedenlerinden biri:
Yalanların havada uçuşması. Gerçekleştirilemeyecek şeyleri veya gerçek olması mümkün olmayan vaatleri çıkar uğruna pazarlayarak topluluklara hayal kırıklığı yaşatmak.


Biraz  -kısaca-  açayım:

# CHP'nin "yeni Anayasa" istemesi ne kadar samimi gözüküyor? Madem neden 12 Eylül Referandumu'nda "Hayır'da hayır vardır" dediler ve Anayasa değişimine karşı çıkmaktansa önerilerini ve alternatiflerini sunmadılar?

# "Askeri Yüksek İdare Mahkemesi" kaldırılacak, özel yetkili mahkemeler artık olmayacakmış. (İnandırıcı mı? Misyonu askerin siyasetteki yerini sorgulamadan desteklemek olan  darbesever bir parti için.  Yalanlarla nereye kadar?)

# Cemaat yapılanmasına karşılar mı,  değiller mi?
Karşılarsa bu konuda tutarlı davranabilecekler mi?

# Faili meçhul davalar aydınlatılacakmış,  zira Kemal Bey'in emri var.
(Önce Dink cinayetinden başlayın isterseniz?)


# YÖK kaldırılacakmış. (Yersen. 12 Eylül ile üniversiteleri bitirmek için getirdikleri bu şukela kurumdan asla vazgeçemezler.)

# Üniversiteler özerkliğe kavuşacakmış.  (Zaten lafta "özerk" değiller miydi? Mesela Atilla Yayla Kemalizm konusundaki eleştirel görüşleri nedeniyle üniversitesinden atıldığında neredeydiniz CHP olarak? "Özerklik" derken siz neyi kast ediyorsunuz?  "CHP yanlısı görüşler" anlamında mı kullanıyorsunuz bu kelimeyi de?  "Üniversiteler CHP görüşüne çekilecek"  anlamında mı?)

# Harçlar kaldırılacakmış.  (Harika!  Ama aynı zamanda da "Oha!"
Hangi bütçeyle döndürülecek eğitim peki?  TSK'ya ayrılan bütçe payında azalmaya gitmeden üstelik,  öylesine pat diye kaldırıyor adam harçları! Zaten alet edevatın belki asgarisi bile olmadan pozitif bilimlerde eğitim veriliyor, bide harçları kaldırınca neyi nasıl öğreneceğiz peki biz üniversitede?)

# Kadın temsili artacakmış.  (İyi de... Seçilen kadın milletvekilleri kadınca ve kadın mantığıyla, kadın sorunlarıyla ilgili değil;  erkek efendilerine hizmet babında yarış yapıyorlarsa banane?)


# Medya özgür ve bağımsız olacakmış.  (Bunu yapmak hangi babayiğidin harcı?  Dünyada bile tartışmalı olan bir konuyu sayın Kılıçdaroğlu bir hamle ile hallediverecek galiba.)

# Telefon dinlemeleri yasaklanacakmış.  (Valla bence de yasaklansın. Ayrıca zamanında Uğur Dündar gizli kameralama yapıyordu, "bizden/bizdensin" olunca sorun yaratmaması geldi birden aklıma...)

# Mazot fiyatı yarıya indirilecekmiş.   (Allahtan  "Mazot 1 YTL"  dememiş!)

# Yüzde 10 seçim barajı kaldırılacak-mış.  (Yıllardır her gelen ve gelemeyen iktidarın söyleyip durduğu bir temcit pilavı.)

# Şeffaflık.  (Şeffaflık isteyen, ülkenin harcamalarının en önemli ve en büyük payını alan askeri harcamalar nereye gidiyor,  denetimi yapılsın ister. Keza üniversiteler de kendilerine ayrılan paylar ile ne yapıyor? Hacettepe Üniversitesi sürekli Beytepe Kampüsü'nün girişine asfalt yapmakla meşgul mesela, 1.5 senedir her gün tekrar bozup döşüyorlar. Yoksa herkes ister masucuktan "şeffaflık".)

# "Sanatçıya özgürlük" denmiş.  (Sezen Aksu gibi "Yetmez Ama Evet" diyenlere demediğini bırakmayan sizler mi sanatçıya özgürlük sağlayacaksınız?  Yoksa "sanatçı" derken kast ettiğiniz  "sizden olan ünlüler"  mi yine?)

# GAP bir an önce tamamlanacak.  (Tamamlanmamış mıydı zaten o?  80'lerde Askeriyemizin yüce isteğiyle tek kanallı TRT'de Ertürk Yöndem ile falan beyin yıkama programlarında  "GAP bitecek, terör dinecek"  temalı yayınlar yapılırdı.  Hani bitmemiş daha?  Tüh, yazık oldu!)

# Yoksulluk tarih olacak.  (CHP tarih olmasın da  koymuşum yoksulluğa!)

# Ve en sona en bomba olanını sakladım:
"Benim adım Kemal Kılıçdaroğlu,  ben parayı bulurum."
"Başbakan diyor ki, 'Parayı nereden bulacaksınız?'  Kulağı iyi duysun diye sesleniyorum. Benim adım Recep Tayyip Erdoğan değil, Kemal Kılıçdaroğlu!  Parayı bulurum diyorsam ben parayı bulurum."    (Yorumsuz)



Gelelim kurultay sonrasına...

* "Çarşaf liste-blok liste" tartışmaları sürüyor. Parti içi demokrasi istediğini belirten Kılıçdaroğlu'nun çarşaf liste hazırlamamış olması eleştiri konusu; başta Baykal tarafı olmak üzere... (Baykal bile "demokrasi yanlısı" oldu ya! Bak sen şu işe iyi mi?  Yıllardır kendisini her eleştireni partiden uzaklaştıran Baykal ve demokrasi... Evet evet,  hı hı!)


* Kurultay sırasındaki Parti Meclisi (PM) oylamasında en az oyu Gürsel Tekin almış. Hatta bir ara üstü çizildi gibi yorumlar ve "Listeye onay, Gürsel Tekin'e çizik" gibi manşetler atıldı.   (Yanda, CHP İstanbul İl Başkanı iken, Başbakan'a saygısızlık yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alınan metalci gençlerle buluşmasında çekilmiş bir fotoyu görmektesiniz.)

Son duruma göre galiba Gürsel Tekin yine görevinde ama belli ki partililer kendisini pek sevmiyor. Bu da şaşırtıcı değil. CHP'yi bir halk partisi haline dönüştürmeye çalışan bir Kürt.  "Vizyonu düşük"  diyenler de var,  "Batı güdümünde"  veya  "kimlik politikalarından yürüyor"  diyen de...
Gürsel Tekin ise bu gelişmeleri katıldığı bir tv programında şöyle değerlendirdi:  "Bir yıl önce 'Türkiye'nin en başarılı il başkanı' diyeceksiniz, sonra da çizeceksiniz.  Bu çelişkiyi anlamakta güçlük çekiyorum."

17 Aralık 2010'da Genelkurmay'ın internet sitesinde yayınlanmış olan "iki dil" tartışmaları üzerine basın açıklaması kendisine hatırlatıldığında ise, konuya ilişkin siyasetin konuşması gerektiğini vurgulayarak  "Olmaması gerekirdi ama ne yazık ki böyle şeyler oluyor"  yanıtını vermiş.
(Alın size önemli bir çizik nedeni!)




--Bunlar da çeşitli yorum ve yazılardan alıntılar:--

Türkiye gazetesinden  Nuri Elibol:
"İki dillilik tartışmasını duymazlıktan gelen, Kürtlerin etnik kimliğini ağzına almayan, ... koskoca Doğu ve Güneydoğu bölgesinden PM'ye üç üyeyi layık gören, Sezgin Tanrıkulu'nu PM'ye alarak ve 'Rojin de bizim kardeşimiz' diyerek Kürtleri kandırabileceğini sanan, ... Nur Serter'i ve Süheyl Batum'u PM'ye alan, Genelkurmay'ın açıklamasından bahsetmeyip Ergenekon'a selam gönderen bir Genel Başkan neyi değiştirebilir?"
("Hallederiz  Kemal",  Nuri Elibol.  21 Aralık 2010, Türkiye)


Başında Kürt asıllı başkan var ağzına Kürt adını almıyor.  Ergenekoncu, askerci,  olmayan parayı halka dağıtma sözü veren....
(mataman  -  22 12 2010, Radikal Online)


Onun Adı Kemal de  ya sonra?
Kılıçdaroğlu ile CHP değişmişse  neden solun lideri Alevi Kürt kökenli olduğu halde bu iki kelimeyi Türk halkının yakından merakla takip ettiği kurultay konuşmalarında dile getiremez?  CHP'nin kurmayları,  yeni başkanın kökenlerinden ötürü  Alevi ve Kürt vatandaşlardan oy alma hesabını yapıp vitrinlerine bu düzene uygun bir zaat yerleştirdiler.  Kılıçdaroğlu ise çelişkilerle dolu bir lider,  türbanlıları savunur gözükürken ertesi gün yanlış anlaşıldım diyen bir lider.  Kamuoyu Kılıçdaroğlu'nu elinde yolsuzluk dosyaları ile tanıdı. Dürüst siyasetçi imajı yaratıldı ama  hükümetin ak dediğine kara,  kara dediğine ak demenin ötesine gidemeyen bir yolda ilerledi.  Laf üretti, icraat-çözüm üretemiyor ki.  Oysa benim adım Kemal ben bulurum'dan öte çözüm yolları ile ekonomiye, teröre, 2 dile, vatandaşlık hak ve özgürlüklerine, Genelkurmay'ın siyasete karışmasına bir karşılık verse idi yaa!!
Farkında mısınız belli bir bölgenin partisi olsa da BDP diğerlerinden daha fazla fikir üretiyor,  fikirlerin doğruluğu yanlışlığı tartışılır ama sessiz kalmıyor diğerleri gibi.  Şimdi seçmen olarak nasıl bu lidere güvenelim.  Bazı medya organları Kılıçdaroğlu'nu pohpohluyor ah keşke yücelttikleri kadar olsa, olsa da hükümete alternatif olup Türkiye'yi ileriye taşısa.
(baranb  -  Radikal)


Tek bir vaadde bulunsun yeter
Desin ki (Milli Eğitim Bakanlığı) MEB'in bütçesini ikiye katlayacağım. Böylece bütün öğretmen kadrolarını dolduracak, ikili eğitimden tam güne geçecek, bütün sınıfları da en fazla 30 kişilik yapacağım. Bütün kitaplar bedava olacak. Her okul teknolojinin son nimetlerinden yararlanıyor olacak. MEB'in bütçesini iki katına çıkarmak için:

1) (Diyanet İşleri Başkanlığı) DİB'i lağvedeceğim ve DİB'in bütçesini MEB'e aktaracağım. 1 yıllık bir geçiş sürecinde DİB'in bütün işlevlerini cemaatlere devredeceğim.
2) TSK'nın (gizli ve açık) bütçesini yarıya indireceğim. Farkı MEB'e aktaracağım. TSK'nın bütçesini yarıya indirmek için:

a) Orduevlerini kapatacağım/özelleştireceğim
b) Güvenlik için gerekli olan dışındaki lojmanları satacağım
c) Ege Ordusu'nu kaldıracağım
d) 1. Ordu personel sayısını yarıya indireceğim
e) Silah modernleştirme projelerini TBMM'de bir komisyona inceletecek ve mutlaka gerekli olanlar dışındakileri iptal edeceğim.

Kılıçdaroğlu'nun 41 vaadde bulunmasına, merkez sağı nasıl alırım, hem solcuları hem liberalleri nasıl bağlarım diye kafa patlatmasına gerek yok. Bir tek bu (paket) vaadi versin yeter. Hepimiz biliyoruz ki böyle bir vaad CHP'ye %50 civarında oy getirecektir. Ama CHP kendini iktidar yapacak böyle bir vaadde bulunamaz. 'Sosyal demokrat' CHP neden böyle bir vaadde bulunamaz?

Seçenekler:
1) DİB'İ lağvetmek laikliğe aykırıdır
2) Orduevleri ve lojmanlar TSK'nın belkemiğidir vazgeçilemez
3) Ege Ordusu kalkarsa Yunanistan Türkiye'yi işgal eder
4) 1.Ordu personeli yarıya inerse Rusya AB üzerinden ABD desteği ile Türkiye'yi işgal eder
5) PKKya karşı modern denizaltılara, F18lere ve füze kalkanlarına ihtiyacımız var
6) CHP'nin halkın ihtiyaçları ile işi yoktur; genelde bürokrasinin ve devletle iş yapan İstanbul dükalığının, özelde TSK'nın çıkarlarını korumak için vardır. Kılıçdaroğlu o makama halka şirin gözüküp AKP'nin oyunu azaltmak ve Ergenekoncular'ı kurtarmak için atandı.

(CHPli okurların yorumlarına bir bakın: Hiç CHP'nin ülkeyi nasıl yöneteceğinden bahseden var mı? Yok. Varsa yoksa AKP nasıl düşecek. CHP'nin misyonunun ülke yönetmek değil AKP'den kurtulmak olduğu çok belli. Aradaki farkı da anlamıyorlar zaten). Bu oyunu ancak Kılıçdaroğlu'nun kendisi bozabilir: CHP'yi halkın partisi yapsın, TSK'nın değil. Silivri'ye selam gönderirken bir fikir kulübüne değil bir silahlı terör örgütüne selam gönderdiğini, halkın %80'inin bunu böyle gördüğünü bilerek göndersin. O selamın söylediği bütün diğer lafları sildiğini de bilsin.
(itaatsiz  -  22 12 2010, Radikal Online)

Kişisel yorumum:   Bir dönem Radikal internet sitesinde de çeşitli yorumlar yazmış olan Ekşi Sözlük yazarı  itaatsiz'in  (ki beğendiğim yazarlardan biriydi) ne derece koyu bir cemaatçi olduğunu  bu gibi yorumlarda fark ediyoruz.
Hala iyi bir yazar.  Mesela yukarıdaki yorumunda özellikle halkı küçük ve cahil gören CHP kitlesinin vizyonsuzluğunu, realiteden kopukluğunu,  siyaseten ölü formda oluşunu açıkça belirtmiş;  ben de olduğu gibi tümünü taşıdım,  burada da bulunsun diye...  Ancak artık  bu kadar tarafgirlik ve aslında eleştirdiği CHP kitlesi gibi bir körlüğe sahip birisi olduğunu fark ettikten sonra... böylece o da sönüp gitmiş oldu.  (Az aşağıda paylaştığım bir diğer yorumunda da Kılıçdaroğlu'nu  Ahmet Altan'la bir öğlen yemeğine davet ediyor.)   (EDIT:  Lütfen sayfanın en altındaki Yorumlar bölümüne eklediğim post'a bakınız. itaatsiz  hakkında bir düzeltme yaptım.)


ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.
1960 darbesinin ardında CHP vardı.  Gerçi CHPliler darbe sözcüğünü sevmezler,  27 Mayıs'ı Anayasa bayramı ve bir ihtilal olarak görürler. 60 darbesinde Cemal Gürsel'in darbenin ertesi günü CHP genel başkanı İnönü'yü telefonla arayarak  "Emirleriniz bizim için peygamber buyruğudur"  sözlerini söylemesi  (Şevket Süreyya Aydemir İhtilalin Mantığı).  CHP  12 Mart darbesinin ardında durdu,  12 Mart başbakanı Nihat Erim CHPliydi...
e muhtıralara destek verdi.  ergenekonun avukatıyız söylemi son darbe girişimlerinin desteklendiği anlamını vermektedir.  Değişimden yeni bir anlayıştan söz eden Kılıçdaroğlunun Silivriye selam durması,  Kürt meselesinde siperlerde poz vermesi garp cephesinde yeni bir şeyin olmadığının açık bir göstergesidir.  70lerde Ecevit'in  "ne sömüren ne sömürülen hakça bir düzen"  söylemiyle bir umut olmasının  iktidara gelmesinin sonuçlarını biliyoruz.  Büyük bir hayal kırıklığı..  İkinci Ecevit'e özenen ağzında değişim demokrasi sözleri ile umut olmak isteyen Kılıçdaroğlunun sözlerinin samimiyetine inanmak zor.  Eskiler şöyle bir söz söyler  "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz."  Bugüne kadar yapılan icraatlar belliyken şimdi devri sabık yaratmadan geçmişi ile yüzleşmeden değiştik değişiyoruz sözleri büyük bir aldatmacadan öte ne anlam taşır.
(sabahattinali)


Kurultayda ne yapılmalıydı?
Kurultayda iki görev yapılmalıydı:
1. Devletimizin anayasası, özellikle insan hakları ve demokrasi, yönetim sistemi, yeni sosyal parasal düzen, Kürt sorunu tanımı ve politikaları, dinleyenlerin nelerin nasıl değişeceği hakkında soruları, başka bir soruya meydan vermeyecek biçimde açıklanmalıydı.
2. Çarşaf liste uygulanmalı ve önümüzdeki seçimlerde adayların, kontenjanla gölgelenmeyecek biçimde önseçimle belirleneceği açıkça taahhüt edilmeliydi.
Kılıçdaroğlu'nun konuşmasını okuyanlar, burada yazdıklarımın çoğuna değinildiğini göreceklerdir. O söyleyiş tarzı ve içeriğiyle söylenenlerin hemen hiçbiri yapılamaz.
("Başlamayan atılım",  Taha Erdem  -  20 Aralık 2010, Radikal)


Kılıçdaroğlu,  Tarhan Erdem'i başdanışmanı yapmalı
Ahmet Altan'la da uzun bir öğle yemeği yemeli Kadıköy'de.  Söyleyeceklerini önyargısız dinlemeli.  Bu ikisi Türkiye'nin siyasi değişkenleri ve seçmenin psikososyolojik durumu hakkında en gerçekçi, objektif ve önyargısız analizleri yapıyorlar.
(itaatsiz  -  20 12 2010, Radikal Online)


Unutmayınız ki siyasetçi seçmen kitlesine bağlıdır. CHP genel seçmen kitlesinde ne değişim var  kafa yapısı ve sorgulama açısından ki partide ne olsun? İnsanlar 'gerçek değişimler' yerine 'ilüzyonlar'ı tercih ediyor. Çürümüşlüğün asıl özündeki karanlığı temizlemektense,  zaten sakat olan ve asıl sorun yaratan taklitçi "modernlik" anlayışımızı yücelterek sadece dış görünüşte bir parlatma, birkaç değişim, kulağa hoş gelen birkaç ateşli açıklama  ile  "elektrik ve gaz(lama)"  bekliyor.

Daha "ordu", "Cemaat(ler)" ve "Ergenekon" eleştirisizliğine gelmedim bile...


  • CHP'de  Kemal Kılıçdaroğlu sonrası gelişmeler üzerine  Gündem  Ocak 2011-1  yazımda,  çeşitli yorumcuların görüşlerini de ekleyerek bir değerlendirme yaptım,  bilginize...


20 etiket  sınırından ötürü bu yazıya şu etiketleri ekleyemedim:
12 Eylül, Altanlar, Ekşi, hayal kırıklığı, Sezen Aksu, Uğur Dündar, üniversite, yalan, Gökçek

21 Aralık 2010 Salı

 V. S.  Naipaul



Her ne kadar Nobel Edebiyat Ödülü almış bir yazar olsa da; bizim onu tanımamız, genel duruşu ve düşünceleri nedeniyle hakkında süren tartışmalardan kaynaklandı. Bir başka ifadeyle; topraklarımızda kökleşmiş olan "hazımsızlık kültürü"nün Kasım 2010'daki hedefinde kendisinin adının yazılı idi.

Naipaul üzerine birkaç not düşmeden önce, kendisi hakkında gelişen/geliştirilen son olaylara kısaca değinmek istiyorum. Bunu yaparken de Private Sözlük'teki bir yorumumdan yararlanıcam:

Naipaul:  Nobel ödüllü bir Hintli yazar imiş.
İstanbul'da gerçekleştirilecek yazarlar konferansı gibi bir şeyin açılışını yapacak,  onur konuğu olacakmış.
Artık nerde söyledi/yazdı, söyleşisinde mi dedi yoksa romanlarında mı yazdı orasını bilemiyorum ama; Müslümanlarla ilgili şöyle şeyler zikretmiş:
"Gerizekalı"... "Yaratıcı olmayan"... "Hiçbir şeyi başaramayan"...
Kelimeleri rötuşlamakla meşgul olanlar adına,  Zaman'dan Hilmi Yavuz'un ilk top atışıyla şimdi de onu kovalım kampanyası başlatılmış.
(24.11.2010)


Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul  (V. S. Naipaul), Trinidad doğumlu Hint asıllı bir yazar. 1932 doğumlu. 17 yaşında Oxford bursu kazanmış. Uzun, hatta çok uzun yıllar İngiltere'de yaşamış. Yazmak eylemini o zamanlarda hayatının merkezine yerleştirmiş. İlk evliliğini henüz 20'li yaşlarının başındayken  İngiliz bir kadın,  Patricia Hale (Pat)  ile yapmış. Bu kadın öğretmen(di) sanırım. Ayrıca evlilikleri boyunca Naipaul'ün bir anlamda editörlüğünü yapmış, mesleki kariyerinde ona yardımcı olmuş biri.  Naipaul'ün kadınlara karşı sadist, mazoşist ve doyumsuz kaba yapısı; kısaca özel hayatı bu günlerde edebiyatçılığından çok daha fazla ilgi çekiyor Batı dünyasında.
The Telegraph'tan bir makale:  "Sir Vidia Naipaul admits his cruelty may have killed wife"

Gelişmekte olan ülkeler (developing countries),  üçüncü dünya ülkeleri ve Doğu üzerine yazdığı yazılarıyla dikkat çeken bir yazar. 1990 yılında Kraliçe tarafından "Sir", yani şovalyelik ünvanına layık görüldü (knighted by the Queen in 1989)  ve 2001'de İsveç Akademisi  Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasından kendisini seçti. 2008'de The Times "1945'ten bu yana en büyük 50 İngiliz yazarı" listesinde Naipaul'ü, Tolkien'in hemen ardından 7. sıraya yerleştirdi.  "Modern İngilizce nesir ustası (a master of modern English prose)" gibi sıfatları kendisine yakıştıran eleştirmenler var.  Olumsuz eleştirilerde ise özellikle oryantalist tarzının altı çizilmekte.
(bkz: oryantalizm)

Edward Said  kendisini "neo-kolonyal/sömürgeci savunucusu (neo-colonial apologist)", "postkolonyalizmin sembolü" olarak tanımlayarak; oldukça bilinçli bir şekilde Batı yaklaşımının savunuculuğuna girişmiş olduğunu düşünür. Mesela "Naipaul'un soylu öfkesi" der Salman Rushdie Naipaul için. Ayrıca bazı eserlerinde "Hindu milliyetçiliğinin tehlikeli ve faşist unsurları ile kendini konumlandırması  (aligning himself with the dangerous and fascistic elements of Hindu nationalism)"  sebebi ile onu suçlar Rushdie.  Orhan Pamuk'un ise "İngilizleşmiş Hintli bir Trinidadlı bakış açısı"  şeklinde tarzını tanımladığını eklemek isterim.

Yazarın İslam ile ilgili sivri görüşleri olduğu da belirtilmekte.  ("Islam was like parasite"  gibi,  Hindistan'ın bir "Müslüman istilası" altında olduğunu söylemesi gibi...)  Among the Believers: An Islamic Journey gibi eserlerindeki İslam'ı aşağılayıcı dili ile dünya çapındaki Müslüman okurların tepki ve öfkesine neden oldu  (provoked the ire of Muslim readers worldwide for its narrow and reductive vision of Islam).  Tony Blair'i,  ülkede "avam bir kültür yaratmak ve medeniyet fikrini yıkmak" ile suçladığı çıkışları da var.  Ve üzerinde bir takım tartışmalar dönmekte...

"Why Nobel prize winning author VS Naipaul is at the centre of the most vicious literary war of the decade?"  (bkz)


"Türkiye'de tanınması Orhan Pamuk sayesinde olmuştur. Hatta kitaplarına önsöz bile yazmıştır. Tam anlamıyla yabancılaşmış ve kendi halkına düşmanlık yapan bir yazardır", diyor onun için Ek$i Sözlük'ten itaatsiz.

Dediğim gibi,  dünya edebiyat ve siyaset çevrelerinde kendisi hakkında süren tartışmalar, emperyalizm ve kolonyalizme hayranlığını sunduğu oryantalist görüşleri üzerine odaklanmakta. Bir de kadınlara karşı bakış açısı ve ilişkileri var tabi. Ne var ki bizdeki olay bu noktalardan değil de İslam hassasiyetinden çıktı. Düz mantıkla baktığımda dahi, emperyalist-kolonyal-oryantalist bakışın zaten İslamofobiyi de kapsayıcı nitelikte olduğu ortadayken; bizim ülkede seçici algıyla tam tersinden gidiliyor.

İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması çerçevesinde planlanmış etkinliklerden biri olan Avrupalı Yazarlar Parlamentosu'nun 25-27 Kasım arasındaki faaliyetlerinin açılış konuşmasını yapmak üzere "onur konuğu (honor guest)"  olarak davet edilen Naipaul,  Zaman gazetesinden "şair" Hilmi Yavuz tarafından başlatılan karşı kampanya ile "diğer katılımcıların kendisi ile aynı masada nasıl oturacakları" çerçevesinde sorgulanmış biri. Bir anda bir patlama şeklinde gelişen olaylar neticesinde bazı davetliler toplantıya katılmayacaklarını, bazıları ise katılacaklarını duyurmaya başladı. Ve ardından Naipaul'ün programının iptal edildiğini öğrendik.

Kelimeleri rötuşlamakla meşgul olanlar adına,  Zaman'dan Hilmi Yavuz'un ilk top atışıyla şimdi de onu kovalım kampanyası başlatılmış. Eleştiri ve tepki dozunu aşan, haddini bilmez laflar da edilmiş. Ve dün gece itibariyle de organizatörler karar alıp, önce davet ettikleri adama şimdi "gelme!" demişler! Tam bir Müslüman yaklaşımı, veya "hazımsızlık". Kulağına hoş gelmeyen sözlere karşı derhal cihat başlat.


Türkiye'deki hazımsızlık damarı ve linç kültürü o derece güçlü ki, demokrasiden bu kadar bahsedilen bir zamanda bile böyle bir olay patlak veriyor. Sorun fikirlerini eleştirmek veya ateşli bir eleştirmeni olmak değil; kendi beğenmediği fikirleri susturmak ve dışlamak.  Bendeniz gecikmeli olarak bu haberleri öğrendiğimde hissettiğim tek şey şaşkınlıktı.  Böyle bir şey nasıl alabiliyor bu zamanda ve nasıl sessiz kalınabiliyor, nasıl destek bulabiliyor?  Görünen o ki bu tarz olaylar önümüzdeki günlerde de yaşanmaya devam edecek.


Son olarak, Naipaul'ün Türkiye'ye gelmekten vazgeçmesi üzerine yazılmış çeşitli yazı veya makalelerden kısa alıntılar sunmak istiyorum. Dikkat çekici olduğunu düşündüklerime yer verdim:

Murat Belge, bir yazarın başka bir yazarı eleştirmesindeki sınırlar ve bu sınırların nereye varmaması gerektiği üzerine bir yazı yazmıştı geçen gün. Hilmi Yavuz ve temsil ettiği değerler üzerine bir eleştiri olarak da değerlendirilebilir bu.

Bir toplantı... Adı, "Yazarlar Parlamentosu"... İşi "yazmak" olan yazarların "konuşmaları" için düzenlenmiş bir toplantı... Ve bir yazar, bir başka yazarın kendisi hakkında başlattığı "boykot kampanyası" nedeniyle bu toplantıya katılmıyor...

Oldukça kısa bir süre içinde bu Türkiye açısından ikinci olay. Birincisi Kusturica ile ilgiliydi. Orada da aynı tavrı takınmıştım. Bir yazarın, bir sanatçının birinci işi, ne biliyor, ne hissediyorsa, bunu sanatının kuralları içinde başkalarına iletmektir. "Şunu söyleyebilirsin, bunu söyleyemezsin" diye bir kural düşünülemez.

Sanatçı iletmek istediğini iletmekte sonsuz özgürse, biz hepimiz de onun ilettiği şeyi eleştirmekte sonsuz özgürüz. Ama bunun "yaptırım"ı buraya kadar: Eleştirmek. Başkalarını bir yazarı boykot etmeye çağırmak, "aynı masada oturmak" üstüne tartışma açmak bu sınırı aşıyor.
("Naipaul Davası",  Murat Belge.  27/11/2010, Taraf)

Batı'da "İslamofobi" denen bir tavrın gitgide yaygınlaştığı doğru. Bunun da sayısız kaynağı var; öyle Naipaul'ü boykot ederek bu duyguyu yayan binlerce odakla başa çıkamazsınız.
Bununla mücadele etmek de gerekli. Ama böyle bir mücadelenin yöntemi boykot, kuru protesto, "Ben seni dinlemem" gösterisi yapmak değildir. (Danimarka'daki karikatür olayından bahsediyor...) "O karikatürü yapanı parçalarım"dan öte anlam taşımayan bir saldırıya kalktığınızda sonuçta karikatürü yapan adamı haklı çıkarmış olursunuz.
("Gene Naipaul dolayımıyla",  Murat Belge.  5/12/2010, Taraf)

Aslında "sol"un  eylem eksikliğinin sonucudur biraz da. Naipaul'ün üçüncü dünya'yı aşağılar ve kolonyalizme övgüler düzerken, emperyalizme hizmet eder hale gelmiş olmasına ses etmeyip de oturdukları yerden dincileri eleştiren ulusalcıların kof anti-emperyalizm iddiaları hiç olmazsa daha sağlam olurdu bu sayede. (...) Herhangi bir kimsenin sırf düşünceleri yüzünden bu tür bir muameleye maruz kalması elbette kabul edilemez ama işte evet, "solcu"ların tembelliğinden genelde dinciler cesaret buluyor. Filistin'e yardım gemisi gönderilirken de aynı şey yaşanmıştı hani. "Solcular" tek adım atmazken, ne yapacağını bilemeyen dinciler bayrağı ellerine almışlardı.
(...)
Bir protesto yöntemi geliştirmeyen "sol" (ve özellikle ulusalcılar) kendi tembelliklerinden yararlanan dincilerin ilkel sansürcülüğüne fırsat vermiş olmakla yetinmeyip, bir de inanılmaz bir Batı hayranlığı ile neredeyse Naipaul'un üçüncü dünya üzerine söylediklerini onaylayan bir tavırla dincilere karşı duracağım derken anti-emperyalizm iddialarını çürüttüklerinin de farkına varamıyorlar. Naipaul'un onur konukluğuna karşı çıkmak oysa ki en başta solun görevi idi. Ancak sol tembel. Sol tembel olduğu için de görevi dinciler alıyor ve de protesto görgüsü edinmemiş dinciler en ilkel şekilde tepkilerini ortaya koyuyorlar ve Naipaul'a "defol!" diyorlar. Sonuçta Naipaul'un onur konukluğuna değil, tümden gelişine tepki gösterilmiş oluyor. Zamanında Mahmut Mutman şöyle yazmıştı Naipaul hakkında; "Olağandışı bir edebi yeteneğin ve zekanın, dünyanın en utanç verici banallikteki emperyal, ırkçı ve cinsiyetçi fikirlerini taşıyan birine nasıl dönüşebildiğinin bir örneği olarak dünyanın her yerinde okunmalı ve okutulmalı"... Bu tepkinin, bu cümlenin yanından bile geçemedik şu olayda. Bence bu noktada sol, dincileri eleştirdiği kadar kendini de eleştirmeli.
(linuswithnoblankets  -  Ekşi Sözlük, #20993127)


"Naipaul'u galiba hiç kimse okumamış!" diyordu Süreyya Evren BirGün'de yayınlanan yazısında. Bu da farklı bir bakış açısı. "Kültür ikonlarının okurlardan daha cahil olabildiği bir çağ belli ki" gibi, Türkiye'deki kültürel tabloyu gözler önüne seren uzun bir yazı. İnsanlarımızın -ve dahi kültürel konularda kendini "elit" sayanlarımızın-, bilmedikleri ve dahi merak bile etmedikleri konularda ne kadar ahkam kesip taraf olabildiklerinin, sıkıcı ve mide bulandırıcı bir resmi:
"Hiç kimsenin okuma zahmetine katlanmadığı bir yazar ülke çapında persona non grata (istenmeyen adam) ilan edilirken kırk tane tartışma programı düzenlenir ve nasıl olur da bu programlara bir tane de Naipaul'u iyi okumuş, tezlerini, neyi savunduğunu bilen birini çağırmak ihtiyaç olarak hissedilmez? Nasıl bir spekülasyonlar toplumu olmuşuz böyle?"


Son söz: Şahsa yoğunlaşıp hakkında eleştiriler getirilirken, güncel medyamızda asıl olduğu şey olan "yazarlık" yönü tahmin edileceği üzre es geçildi. En fazla üçüncü ağızlardan yazılan metinler üzerinden değerlendirmeler yapıldı ve bir mevzu daha böylece üstünkörü bir biçimde savuşturulmuş oldu.


EDIT:  Nobel ödüllü yazar Naipaul,  11 Ağustos 2018'de 85 yaşında vefat etti.


17 Aralık 2010 Cuma

 Gündem  Aralık 2010-1


Bira: Basit bir alkollü içecek olmasına rağmen, gün geçtikçe fiyatı alıp başını gitmekte. Bir kutu biranın fiyatı 3.5 TL'yi geçti. Böylece "Dünyanın en pahalı akaryakıtından sonra,  en pahalı alkolünü tüketenler yine bizler oluyoruz galiba."   (katil balina,  Ek$i)

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in alkollü içkilere getirilen Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) artışını; "Derdimiz gelir değil. Zammı halkın sağlığı için yaptık"  diye savunduğunu hatırlatırım.



Eğitim: Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, "Bütün düz liselerin 2014 yılına kadar Anadolu Lisesi'ne dönüştürüleceğini"  söyledi.

ÖSS'ye iki sene kala, "Kredili sistem" saçmalığının bir anda tüm ülkede zorunlu kılınmasıyla darbe yemiş bir neslin mensubu olarak,  gene diyorum ki:

Anadolu Liseleri bir zamanlar bu ülkedeki iyi kalitede eğitim veren eğitim-öğretim kurumları arasındaydı.  Ülke ortalamasına göre nitelikli yabancı dil ve üniversite başarısı,  ayrıca disiplin kazan(dır)ma açısından önemli okullardı.  Onları da  "hallettik",  sırada ne var?



Silah: TBMM Silah Alt Komisyonu, hazırladığı "Silah Kanunu Tasarısı" ile Türkiye'de en yaygın kullanıma sahip silah olan pompalı tüfek taşıma yaşını 18'e indirdi. Tasarı TBMM'den geçerse, isteyen kişi 5 silah ruhsatı alıp  bu silahların ikisini üstünde taşıyabilecek. Üstelik silah alımı için artık tam teşekküllü bir devlet hastanesinden heyet raporu almak da gerekmeyecek, tek bir hekimin vereceği rapor dahi yeterli kabul edilecek.  Bu değişiklikle, eski sabıkalılara da silah izni verileceği söyleniyor.

Ntv'nin ŞU haberinde, "Milletvekillerinin önerisiyle tasarıda inanılmaz değişiklikler yapıldığı"  söyleniyor. Milletvekillerimizin önemli kısmının, belinde silah taşıyan sabıkalı kişiler oldukları malum.
Sonuçta  "Bireysel silahlanma" gibi Amerikan temel değerlerinden biri daha düşüncesizce ve sanki kültürümüzde yeterince kan yokmuş gibi, daha da bu topraklara salınıyor.  Konuyla ilgili görüşü sorulan Silah Üreticileri, Satıcıları ve Sevenleri Derneği (SÜSASD) Başkanı Cuma İçten, "İç savaş çıkarsa silah gerekir,  Boşnaklar silahlanmış olsaydı Sırplar bu kadar kolay katliam yapabilir miydi?" demiş. Silahların ve kanın en iyi beslendiği yerlerden biri milliyetçilik,  şüphesiz ki.



Öğrenci protestoları ve Yumurta olayları: Daha önce ayrı bir blog yazımda giriş yapmıştım bu konuya:  (bkz:  15 Aralık 2010 Çarşamba)
Ayrıca 15 Aralık 2010'da ODTÜ'de de bir protesto gösterisi vardı. İşin içinde Başbakan da olunca (RTE),  Çelik Kuvvet ve Polis tam teşekkül hazır bulundu.



Siyasi  atışma  eşiği .......
CHP İstanbul milletvekili Mehmet Sevigen  Meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmada, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış'a "Yumurta tutmayan, iz bırakmayan takım elbise"  hediye etti.

Egemen Bağış, Ankara Siyasal'da katıldığı bir konferans çıkışı makam aracına binerken kendisine yumurta atan Nihal Çarıkçı adlı öğrenci hakkında  "ceketinin kirlendiğini"  belirterek şikayetçi olmuştu.

Sevigen'in bu şovuna Twitter kanalıyla yanıt veren Bağış, Sevigen'in ayıp ettiğini belirtti ve "Mini kamera getireyim, ne yapacaklarını iyi bilirler"  ifadesini kullandı.

İşte siyasetçilerimizin gündem içerikleri!  Üslup mu?  O zaten yok.




Tansu Çiller: Hazır "mevcut siyasi tablo" konusunda güncel bir örnek de vermişken, bu güzide kadın siyasetçimizden bahsetmenin de sırası geldi.
Yandaki ünlü bir fotosu. 1993 Haziran ayında DYP Genel Başkanlığı'na adaylığını koyduğunda, benzeri bir fotosu afişlerde yaygın biçimde kullanılmıştı. "Türkiye tarihinde bembeyaz bir sayfa açacağım" söylemleri içerisinde "bacımız" olarak önce DYP başkanlığına,  sonra da Başbakanlık koltuğuna hızla yükseldi; ve kendisi ile ülkenin kaderi değişmeyecek şekilde karanlığa gömüldü. Faili meçhuller ve Güneydoğu politikaları konusunda olsun, bitmeyen yolsuzlukları ve kirli ilişkileri, Susurluk olaylarındaki harika yorumları  ("Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir")  vb...

"Bu kadar güzel ve eğitimli bir kadın, erkek siyasetçiler gibi kötülükler yapamaz" diye düşünenleri utandırırcasına; güce sahip olabilmek için bir kadının ne kadar erkekleşebileceğinin an be an örneklerini sergilemek ile geçmişti kısaca devri.

Ülkedeki mevcut siyasi kısırlık halinde, birilerinin aklına da Demirel gelmiş. (Zaten belli bir çevrede 'ölümsüz aday' gibi kendisi, sürekli adı geçiyor.) Şimdi de Demokrat Parti (DP) Genel Başkanlığı'na adaylığını koyacağı ve tekrar aktif siyasete geri döneceği konuşuluyor.
Türkiye'nin siyasi geleceği pek parlak gözükmüyor açıkçası.




AİHM'den  Türkiye'ye  HADEP cezası
Biliyorsunuz yıllardır Kürt siyasi partilerinin biri kapatılıyor, biri açılıyor. Nerdeyse Türk Yüksek Hukuku kendini "Kürt siyasetini meşru zeminlerde yaptırtmamaya" adadı yıllarca kendini.  (bkz: DTP'nin kapatılması)

Biliyorsunuz Kürt siyasi partilerine karşı egemenlerimizin bir alerjisi var, sürekli kapatıyorlar. Benim hatırlayabildiğim kadarıyla DEP, HADEP, DEHAP (?), DTP... Şimdilerde de BDP'yi kapatmaya çalışıyorlar.  (Birileri illaki kadınları kapattırır,  birileri partileri...)
Olaylara bu pencereden bakınca, insanların dağa çıkmaları adeta teşvik edilmiş diyenlere de bir kulak vermek lazım. Üstelik çoğu zaman bu kapatma davaları yeterli hukuki delillendirme yapılmadan, ideolojik ve salt "milliyetçi/kafatasçı devlet anlayışı" ile yapıldığından; AİHM/Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne itirazların taşınması ile Türkiye ağır cezalar ödemeye mahkum ediliyor.

Evet, şimdi habere gelelim: AİHM, Anayasa Mahkemesi tarafından 2003 yılında kapatılan HADEP/Halkın Demokrasi Partisi'nin yaptığı şikayette Türkiye'yi haksız buldu. 2003 yılında yapılan başvuru böylece karara bağlanırken, "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (bkz: European Convention on Human Rights)  toplanma ve örgütlenme hakkıyla ilgili 11. maddesinin Türkiye tarafından ihlal edildiğine" hükmedildi. Türkiye karar gereği mahkeme masrafları da içinde olmak üzere  yaklaşık 26 bin Avro ceza ödeyecek.

Kişisel Yorumum:  AİHM'de cezaya çarptırıldığımız kimbilir kaçıncı dava bu? Zaman aşımından düşürülüp AİHM'e gidilip ceza aldıklarımız var bir de... Doğu'daki askerlerin taciz-tecavüzleriyle ilgili olanlar zaten Türk Basını'nda yer almaz bile...
Peki bu para cezaları nereden çıkıyor dersiniz?  İlgili davalara bakan sorumlu hukuk kadrosundan  veya  Adalet Bakanlarından filan mı?
Komik omaya çalışmayalım, tabi ki gene senin benim vergimden ve bu devletin kasasından çıkıyor. Ve (altı sıfır atılma öncesinin parasıyla) trilyonların bozuk para gibi aktığı bir kanal oluyor.
AİHM'de ödenen bu gibi nice cazanın T.C. kasasından değil de, davalara hükmeden ilgili hukuk kadrosu ile "zaman aşımları"na bizzat neden olan hukuk ve adalet çevreleri + ilgili resmi makamlar ve yetkililerden kesilmesi gibi bir uygulamaya başlansa;  bu tarz pek çok sorumsuzluk için hayırlı bir gelişme olur kanaatindeyim.


TSK Açısı
Bu arada, Meclis kürsüsünden yapılan Kürtçe konuşmalar ve "iki dil" tartışmalarına TSK son noktayı koydu. Genelkurmay'ın internet sitesinden yapılan 5 maddelik açıklamanın ayrıntıları için bkz: Tartışmaları endişeyle izliyoruz.
Açıklamada "T.C. Anayasası'nın değiştirilmeyecek hükümleri arasında yer alan 3.maddesinin,  'Türkiye devleti,  ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
Dili Türkçedir'  şeklinde olduğu"
  not düşülmüş.

(Oldu olacak TSK bir siyasi parti açsa da, kendisi de rahat etse biz de rahat etsek. Hazır PKK'nın açılımı da "Partiya Karkerên Kurdistan", yani "Kürdistan İşçi Partisi"  demekmiş  ve (yersen)  parti imiş madem!  (Kaynak: Wikipedia)

Yani bu açıklamayı TBMM'de ve Türk siyasetinde dile getirebilecek kimse yok herhalde ki bu kadar ısrar edilen temel şeyleri söylemek Türk Silahlı Kuvvetleri'ne düşmüş.)
.

Aralık 2010 döneminde yazdığım tüm gündem yazılarım için:

14 Aralık 2010 Salı

 Öğrenci olayları

.
AKP ve mevcut iktidarın, üstelik bütün "demokrasi" söylemlerine ve mücadelesine rağmen; eleştiriye karşı tahammülsüzlüğü ve en temel demokratik haklardan biri olan protesto eylemlerine karşı, başta Emniyet güçleri/Polis aracılığıyla uyguladığı şiddet kesintisiz biçimde devam ediyor. Ve tüm bu gelişmeler, AKP'nin seçilmiş bir hükumet olmasına rağmen meşruluğunu sorgulamaya itiyor.

Son dönemler Türkiyesinde neredeyse her konuda olduğu gibi, bu alanda da taraflar yerini almış ve argümanları ile donanmış durumda. Olayları sadece "AKP karşıtlığı" penceresinden değerlendirenler ve "koşulsuz AKP yandaşlığı" yapanların halleri,  siyaseti zaten fazlasıyla kirli bulan benim gibi biri için daha da itici hale getiriyor.

Öğrenci olayları noktasında özellikle dikkatimi çekenlerse şunlardı:
  • Kasım gündeminde de değindiğim üzre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı protesto eden öğrencilere verilen yüksek hapis cezaları.
  • Bu tarz hukuk kanalıyla gelen cezaların, sadece iktidara karşı yapılan eleştiri ve eylemler için gelmesi. Kendilerini çevreleyen çember haricindekilere ve muhalefete karşı gelen şiddet durumlarında ise (yumruk,  burnunu kırmak buna dahildir)  salıverilme...

  • 4 Aralık günü Başbakan Erdoğan'ın rektörlerle Dolmabahçe'deki toplantısını (daha doğrusu Başbakan ve YÖK'ü) protesto etmek için yola çıkan öğrencilere karşı gerçekleştirilen trajikomik "durdurma". Kimisini şehir sınırlarından içeri sokmama, kimisini de olay mahalline yaklaştırmamacasına... "Olağanüstü önlem" ile "Orantısız şiddet" arasında gidip gelen bu olaylar sırasında dayak, biber gazı ve gözaltı gibi benzeri durumlara ait standart haberlerin yanı sıra dikkat çeken "Polis dayağı bebeği öldürdü"  haberi:

    "Polislere 'Vurmayın hamileyim' dememe rağmen karnıma tekme ve coplarla vurdular."
  • Bu gelişmeler üzerine Emre Aköz, kendisinden beklenen tepkiyi "Hamileysen gösteride işin ne?"  başlıklı yazısı ile ortaya koydu.
    (8 Aralık 2010,  Sabah)

  • TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu, bir konuşma için gittiği Ankara Siyasal'da yumurtalı protesto ile karşılaştı.

    Korumaların tuttuğu siyah şemsiyeler arasında başına yumurtalar yağdı.  Yazının en altındaki  Yorumlar  bölümüne bazı eklemeler yaptım.
  • Olaylar hakkında Emre Aköz'ün yanı sıra  Mümtaz'er Türköne ve Engin Ardıç  dikkat çekici bir noktada durdular.

Belki bir gün sadece kendisi hakkında bir blog yazarım; ancak bugün adı geçmişken  Mümtaz'Er Türköne  adlı yazar + akademisyen + Zaman gazetesi  yazarı  + danışman +  milletvekili eşi  hakkındaki  bazı yorumları paylaşmak istiyorum burada:
1-  Öğrenci kollektiflerini marjinal olarak tanımlayarak bu ülkedeki cidden marjinal olan sol gruplar hakkında zerre bilgisi olmayan,
2-  Anaysal hak olan izinsiz gösteri hakkını  (Madde 34) kullanmak isteyen,  ama solcu oldukları için ayan beyan sokaklarda işkence gören öğrencilere karşılık işkenceyi savunarak iktidara kucak dolusu bağlılık gösteren kişi.
3-  "Olmayana ergi"  yöntemini çok kötü biçimde kullanıyor. Öğrenciler elerindeki pankart sopaları ile polise saldırmadı,
tam tersine saldıran polise karşı kendini savundu.  Aradaki bu farkı göremeyecek kadar algısı kapalı.
(balikci filozof  -  07.12.2010, Ek$i)

Mümtaz'er Türköne,  Türkiye'de fırsatçılığın,  hesapsızlığın ve hafızasızlığın kimlere nasıl ikbal kapıları açtığının mümtaz bir örneğidir. Her daim önde gideceğine bu yüzden şüphemiz yok.
(itaatsiz  -  16.01.2009,  Ek$i)

Hem devlet için kurşun atan da  yiyen de şereflidir diyeceksin hem de yumurta atan öğrencileri şiddet uyguluyor diye şikâyet edeceksin.  Hem Öcalan konuşturulmasın diyeceksin hem de aslında konuşturulsa devlet için daha iyi olur diyeceksin.  Hem demokrasiden bahsedeceksin  hem kimsenin burnunun bile kanamadığı yumurta eylemini faşizan nitelikli zorba bir eylem olarak nitelendireceksin.  Hem ülkücüyüm değiştim diyeceksin (olabilir doğaldır  AKP tabanında önemli ölçüde ülkücü vardır) hem de 35 sene önceki olaylara dem vurup  "35 yıl önce o dayakları atanlar, bugünün protestocularının babaları, amcaları veya teyzeleriydi"  gibi bir cümleye imza atacaksın.

Araştırdığınız zaman o kadar çok çelişki bir liste halinde uzuyor ki…  Ne konu hakkında tartışılacak peki?  Tartışılacak insanın bir profili olur, düşünce sistemi olur, prensipleri olur,  eğer değişim yaşıyorsa bunun mantıksal sosyolojik açıklaması olur.  Kolay mı bu kadar değiştim demek,  yılda bir tezin antiteziyle ortaya çıkmak?  Her ne hikmetse hep mevcut düzen iktidar sahibinin siyasi eğilimine bir dönüşüm oluyor,  popüler politika uğruna her tez çiğneniyor.  E o zaman ne bekleniyor insanlardan.  Bu adama güvenmeleri, değer vermeleri, tutarlı düşüncelerine hayran olmaları mı?  Hadi cahili kandırdın  peki ama âlim olan ciddiye alır mı sanılıyor?
(hakki celis  -  12.12.2010,  Private Sözlük)


  • Ve Başbakan Erdoğan'ın konu hakkındaki açıklamaları:

    "Gençlerin paraları var ki yumurta atıyorlar. Görseydim 'Omlet yapın yiyin'  derdim"  gibi ifadeler...

    Süheyl Batum (CHP'nin yeni genel sekreteri): "Sayın Başbakan öğrencilere karşı girişecekleri baskı hareketlerini meşrulaştırmak için Burhan Kuzu'yu feda etti."

    Burhan Kuzu ise:  "Yumurta atan öğrencilerin arkasında Ergenekon var"   diyerek son noktayı koydu.


12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu öncesinde yapılan propaganda faaliyetlerinde, "12 Eylül dönemi ve cunta ile hesaplaştığımız" söyleniyor; bu hesaplaşmanın demokrasi için öneminden bahsediliyordu. Bu dönemde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da yaptığı konuşmalarda ve katıldığı tv programlarında; 12 Eylül'de işkenceye uğramış sol ve sağ kesimden öğrencileri anıyor,  onların hapishane ve idam öncesi mektuplarını okuyor,  mücadelelerinden bahsediyor ve dahi ağlıyordu.
(bkz:  Temmuz 2010  Gündem)

Bugün gelinen tablo ile,  hesaplaştıklarını söyledikleri 12 Eylül arasında tuhaf bir benzerlik de yok mu aslında?
Belli ki dikkat çekmek gibi bir amacı da olan eylemlerle ("Yumurta eylemi". Bunu dahi "Mülkiye Yumurta Şenliği" filan gibi alaycı ifadelerle dillendiriyorlar) bazı genç gruplar tepkilerini belli ediyor, özellikle siyasilere karşı.
Ve geçmişte, "Madem ülkenizi seviyorsunuz, neden sıkıyönetime karşısınız?" deyip gençleri ölüme gönderdikten sonra dahi yetinmeyip onları şeytanlaştıran sıkıyönetim komutanları gibi; şimdiki güçlüler de "Madem ülkenizi seviyorsunuz, neden gösteri yapıyorsunuz, neden Burhan Kuzu'ya yumurta atıyorsunuz?"  veya  "Hamileysen gösteride işin ne?"  filan gibi ibareler ile meşgul.
Geçmişte "kominist" olmakla ülkeyi tehdit ettiklerini söylüyorlardı; şimdi "Kemalist"  damgası bile yeterli bazı çevrelerin uygulanan şiddeti meşru kabul etmesi ve onaylaması için.  Geçmişte üniversiteleri lise kıvamına getirmek ve embesil bir gençlik oluşturmak için YÖK'ü kuran ve şiddet uygulayan darbecilere inat;  yumurtayı yiyen Burhan Kuzu ve AKP yönetimi de Rektör ve YÖK başkanını topa tutuyor,  "nasıl olur da izin verirsiniz bunlara!?"  kabilinden...  Polisler devreye sokuluyor.
Ve başbakanı eleştiren gençlere hapis cezaları yağıyor.  (bkz)

.
Fark göremiyorum,  ya siz?
(Aslında fark görülebiliyor tabi,  mesela taraflar değişik. Zaten bugün ideolojik maskelerin ardında tarafların kavgasına şahit olmaktayız.)

Bu arada Türkiye'de bu olaylar yaşanırken Britanya'da da öğrenciler neredeyse üç kat artan harçları protesto etmek için gösteriler yapıyor, siyasileri ve elitleri yumurta yağmuruna tutuyor. Ki oradaki gösteriler bizdeki kadar sakin ve az sayıda katılım ile de geçmiyor. Şu dakikaya kadar da ciddi bir polis müdahalesi olmadı görebildiğim kadarıyla.

"Demokrasi mücadelesi" diyenler, bu özgüveni biraz da muhalefetsizlik ve mevcut karşıt zihinsel argümanların zayıflığından alıyor olsa gerek.


Dip Not:  Referandumun üzerinden 3 ay geçmesine rağmen,  80 İhtilali ile ilgili insanların yargılanması hususunda hiçbir adım atılmadı.

Aylar sonra gelen edit-ler:  Kenan Evren,  12 Eylül ve 28 Şubat yargılamaları başladı; şimdilerde devam ediyor.  Bakalım bu "dalga"lardan ne çıkacak?


*

7 Aralık 2010 Salı

Newtonian  Akışkanlar

.
Viskozite / Viscosity (μ),özellikle sıvı ve yarı-sıvılarla çalışırken karşımıza sıklıkla çıkan önemli bir fiziksel özellik.
"Sıvının akmaya karşı gösterdiği direnç"  şeklinde tanımlanabilir.

Viskozite artışı ile:
- Akışkanlık azalır.
- Hareketi sağlamak için gerekli pompa gücü ve Enerji gereksinimi artar.

Sıvıların viskozite değerleri,  gazlarınkinden çok daha yüksektir.
Sıvılarda  sıcaklık  (T)  arttıkça viskozite azalırken;  gazlarda tam tersi olur.
Basınç  (P)  arttıkça,  hem sıvı hem de gazlarda  μ  artar.

Bu da bonus bilgi:  Birimi (SI)  kg/m.s'dir  veya  Pa.s
cgs birim sisteminde ise  cP  cinsinden ifade edilir.   (1 cP= 0.001 kg/m.s)
http://canilecananlar.blogspot.com



Newtonian Akışkanlar / Newtonian Fluids:  Newton's Law of Viscosity diye bir kanun var.  Bu kanuna uyanlara  "Newtonian Akışkanlar"  deniyor.
Su, süt, etil alkol, şarap, bira, tuzlu veya az şekerli sıvı çözeltiler, gazlar gibi...
Bunlarda kesme hızı ile kesme kuvveti arasında doğrusal bir ilişki var. (Yukarıdaki grafikteki Newtonian Fluid doğrusu gibi.)  Bu doğrunun eğimi bize viskoziteyi (μ) veriyor. Yani Newtonian Akışkanlarda μ, hız gradyanından bağımsız ve belli sıcaklıklarda sabit bir değer.

Adı geçen yasaya uymayanalara ise Non-Newtonian Fluids deniyor. Nişasta, pektin, gamlar, protein içeren konsantre çözeltiler, polimer çözeltileri gibi...
Bunlar kendi aralarında alt başlıklara ayrılmış. Örnekse Pseudoplastikler ve  Dilatant sıvılarda  viskozite sabit değil,  kesme kuvvetine bağımlı.
Bi bakalım:




Bingham Plastikler:  Diş macunu, jeller-jöleler, ketçap gibi... Kritik kesme kuvvetine ulaşılıncaya kadar sıvıda akış görülmez. Ancak kritik kesme kuvveti aşıldığında, Newtonian akışkanlar gibi (genellikle) doğrusal şekilde gelişen bir hareket başlar.  (Do not flow at all until a threshold shear stress is attained and then flow linearly at greater shear stresses.)


Pseudoplastikler  veya  Shear thinning  Sıvılar:  Stres arttıkça, viskozite (μ)  azalır.  (Grafik yorumu:  aşağı doğru konkavlaşan)
Mayonez, kan, şuruplar, melas, kauçuk lateks gibi... Örnekse mayonez kutusunun kıç tarafından patlatarak şiddet uyguladığınızda incelerek akar; ama sonrasında ekmeğin arasında olanca asaleti ve mağruriyetiyle öylece durur.

Dilatant/Genişleyen/Kalınlaşan/Shear thickening Sıvılar: Mısır nişastası, sıvı çikolata... Stres arttıkça, uygulanan strese karşı akış direnci de artmakta.  Bununla ilgili geyik bir video var YouTube'da.  Bir havuzu mısır nişastası eklenmiş su ile doldurmuşlar  ve  olaylar gelişmiş:
A pool filled with non-newtonian fluid  (Video)
(Kayıt İspanyolca sanırım)


-Zaman'a bağımlı olanlar:-
Tiksotropik/Thixotropic Sıvılar:  Sürekli kuvvet etkisiyle viskoziteleri düşer.  Yapı zamanla bozulabilir.  Çeşitli kremalar, ketçap, clay (kil) gibi.
Bu özelliğe sahip bazı killi toprak arazilerde, deprem sırasında dipten gelen şiddetle sıvılaşma benzeri değişimler olabiliyormuş.
İlgilenenleri şu Wikipedia sayfasına alalım:  (bkz)

Reopektik/Rheopectic Sıvılar:  Sürekli kesme kuvveti ile μ artmakta, yapı gelişmektedir.  Çırpılmış krema, lubrikantlar (kayganlaştırıcı, yağlayıcı gibi bir tercüme),  gypsum  (kireç, alçı taşı)...


Viskoelastik maddeler: Hamur gibi. Hem viskoz özellik taşır hem de elastik. Yani hem sünebilir ve uzayabilir hem de uzamaya karşı direnç gösterir. Kesme direnci kaldırıldığında materyal tümüyle eski haline dön(e)mez,  oluşan deformasyon kalıcı olur. Hamur, peynir, jöleli gıdalar gibi.

Sıkıştırılabilen Akışkanlar:  Gazlar. Basınç (P) değişimi ile hacim (V) ve yoğunlukları (ρ) değişen akışkanlar.  Katı ve sıvılar bu tanıma uymaz.
http://canilecananlar.blogspot.com


Akış Tipleri:

_ Laminar Akış  /  Laminar Flow
_ Türbülant/Kargaşalı Akış  /  Turbulent Flow

Akışın hangisine uyduğunun mühendislik hesaplarla tespitinde Reynold Sayısı'ndan yararlanılır.


Reynold Sayısı / Reynold's Number :



Re < 2100  --->  Laminar akış
2100 - 4000 ---> Geçiş Bölgesi / Transition State
Re  >  4000 ---> Türbülant akış



- Bernoulli Eşitliği  ve  Pompa Verimi -


η: Pompa verimi
W: Pompa işi
h: Sürtünme kayıpları toplamı




Akış hızı ölçümünde: Akışmetre (Türbinli akışmetre), Pitot tüpü, Venturimetre, Orifisimetre, Rotametre gibi çeşitli yöntemlerden yararlanılır.
(bkz:  Flowmeter)


Konu ile ilgili daha ayrıntılı ansiklopedik bilgileri  Wikipedia'da  bulabilirsiniz. Ayrıca resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.

.

3 Aralık 2010 Cuma

 Gündem  Kasım 2010-II

Kasım ayındaki olaylara göz atmaya devam edelim.  O kadar çok şey oldu ki ay sonuna doğru!

.
"İleri demokrasi"
"2008 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı protesto eden 18 öğrenci,  izinsiz gösteri  yaptıkları gerekçesiyle
1 yıl 3'er ay hapis cezasına çarptırıldı."  (bkz)


Bu tarz yargı kararları artık sıradanlaşır oldu. Samsun'da Ahmet Türk'ü yumruklayarak burnunu kıran şahıs serbest bırakılırken; Tayyip Erdoğan'ı sadece sözle de olsa bağırarak eleştirmek tutuklanma sebebi.  Bir AKP'li bakanın yumruklanması  olayında 15 yıl hapis cezası çıktı. İşte uzun bir süredir Türkiye gündemine oturmuş hukuk böyle bir şey olsa gerek. Bu gelişme üzerine Private Sözlük'te yazdığım bir entry'mi Yorumlar kısmında bulabilirsiniz. Ancak önce bu ay içerisinde dikkat çeken sivri bir ifadeye bakalım.


RTE:  "Biz katile katil deriz"
Ziyaret sebebiyle Lübnan'da bulunan Recep Tayyip Erdoğan, başta bölgedeki Türkmenler olmak üzere kalabalıklar tarafından coşkuyla karşılandı.
'Kaddafi İnsan Hakları Ödülü''ne layık görüldü. "2006 yılında Lübnan'a yapılan insanlık dışı saldırıyı (2006 İsrail-Lübnan Savaşı) Türkiye'nin büyük endişeyle izlediğini" belirttikten sonra Mavi Marmara olayına da değinerek İsrail eleştirilerini tekrarlayan Erdoğan,  "Biz gerektiğinde katile katil diyeceğiz.  Katilden de hesabını soracağız"  dedi.


Kişisel yorumum:   Ogün Samast,  Mehmet Ali Ağca,  Abdullah Çatlı  ve nicelerine  "kahraman"  (Türkiye seninle gurur duyuyor)  muamelesi çekilen bir ülkede,  o ülkenin başbakanının âlemi aptal yerine koyma pahasına  İsrail'e çakma girişiminden doğan bir aforizma.  Uğur Kaymaz  gibi nicelerini terörist diye vuran güvenlik görevlilerini aklayan bir ülkenin başbakanı ayrıca bunu söyleyen.
Hazır seçimler de yaklaşırken  en esaslı harekete geçirici mevzu olan "Yahudi düşmanlığı"ndansa,  (madem biz katile de katil diyormuşuz)  bir eleştirisini de dünyanın pek çok yerinde  "müslüman kardeşlerimiz"i  vuran ABD'ye yönlendirmesini bekleme hakkımız yok mu?  Örnekse Irak'ta geçtiğimiz  6 yıl boyunca yüzbinlerce insanın öldürüldüğü söyleniyor.  Ki bunların %50'den fazlası sivil.  Gerçi Filistinli olmayan "Müslüman kardeş"ten sayılmıyordu dimi?
-
Uluslararası mahkemelerin mahkum ettiği katliamcı Ömer El Beşir'le olan dostluğu sebebi ile mi  (bkz: Mart 2009 Gündemi)  bu -adını ilk duyduğum- Kaddafi İnsan Hakları ödülüne layık görüldü bilemiyorum ama,  bu vesileyle gene İsrail'e laflar hazırladığına eminim.
Zamanında hocası  Necmettin ERBAKAN'ın ipinin  Kaddafi'nin çadırında çekildiğini hatırlayınca,  bir tür "boynuz kulağı geçer" durumu olduğu da ortada hani...



Baydemir'e istifa çağrısı
"Silahlı mücadele miadını doldurdu" diyen Osman Baydemir,  ("barış süreci"nde başgüvercin kesilen)  APO  tarafından  şu sözlerle kınandı:
"Ya istifa edip AKP'ye üye olsun ya da özeleştiri versin."


Sakın İmralı'daki görüşme masasında Kürtlerin geleceği konuşulması yerine sadece ama sadece Öcalan'ın geleceği ve bölgedeki hâkimiyeti konuşuluyor olmasın? Yani biz burada "Türkiye'nin eksen kaymasını" tartışırken İmralı'daki görüşmelerde Kürt sorununa çözümlerin ekseni kaymış olmasın? Hiç kimse Öcalan'ın gücünü ve etkisini göz ardı edemez ancak görüşmeler, bu gücün ve etkinin kişisel olarak sisteme nasıl sokulacağı üzerine kuruluyorsa vay haline Türkiye'nin! O masada Diyarbakır'ın seçilmiş belediye başkanının konuşma özgürlüğü ya da Kürt siyasetçilerinin inisiyatif kullanma özgürlüğü tartışılmıyor ve çözüme kuvuşturulmuyorsa, zaten konuşacak kala kala Öcalan'ın istikbali kalıyor.
'Demokrasi' diye bir çözüm masasına oturup feodal bir liderin gücünün sisteme entegre edilmiş hali ile kalkılacaksa emin olun bunda ilk kaybeden Kürtler olacaktır."
(Cüneyt Özdemir,  Baydemir'in infaz edilen onuru.  24/11/2010, Radikal)



Füze  Kalkanı
Kasım gündemindeki önemli bir başlıktı. Ne var ki bendeniz bu gelişmeleri pek iyi takip edemedim. İnternet taramalarından aktarabileceklerim ise şunlar:

Bir çeşit füze savunma sisteminden bahsediliyor. Size karşı bir nükleer saldırı başladığında, gelen füzelerin havada imha edilmesini hedefliyormuş sistem. Portekiz'in başkenti Lizbon'daki NATO zirvesinde kabul etmişiz bunları ülkeye yerleştirmeye... İran ve Kuzey Kore'nin bir tehdit olarak algılanmasından doğan bir süreç sanırım.

Bizim siyasilerimiz, "Komutanın kesinlikle NATO'da olması gerektiğini" ifade etmişler. Ancak anlaşılan o ki bu füzelerin komutasının kimde olduğu pek belli değil. Veya belli de telaffuz edilmek istenmiyor diyelim.



İşçi Mücadelesi  sitesindeki uzun bir yazıdan alıntı:

Türkiye'nin özel konumu
Burada hem NATO üyesi olarak hem de İran'ın komşusu olarak Türkiye'nin özel konumu öne çıkmaktadır. ABD, İran'ın nükleer programına karşı BM nezdinde yaptırım uygulanması için bastırırken; Türkiye ve Brezilya ayrıca inisiyatif alarak İran'la nükleer takas anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşmaya göre İran, nükleer silah için de kullanılabilecek olan radyoaktif maddelerin Türkiye'de uluslararası gözetim altında depolanmasını kabul etmişti. Bu anlaşma ABD'nin tepkisini çekmiş ve Türkiye'nin dış politikada Batı'dan uzaklaştığı şeklinde yorumlanmıştı. Şimdi ABD'nin, füze kalkanını NATO projesi olarak Türkiye'ye dayatması, Türkiye'nin tarafsız bir konumda durma ya da arabulucu rolüne soyunma girişimlerini ortadan kaldırmaya yöneliktir.
...
Tayyip Erdoğan önderliğinde AKP hükümeti bir yandan emperyalizmle işbirliğine devam ederken diğer yandan Ortadoğu'da prestijini arttıracak çıkışlar yapıyor. Mavi Marmara olayından sonra İsrail'e karşı yapılan çıkış, İran'la yapılan anlaşmalar, Suriye ve diğer ülkelerle geliştirilen ilişkilerin bu çerçevede etkili olduğu açıktır. Bununla birlikte, füze kalkanı projesi Türkiye'yi kaçınılmaz biçimde taraf olmaya zorlayacak bir süreci başlatmış durumda. Ya emperyalizmden ve Siyonizmden yana olacaksın ya da karşısında... Arada kalmanın, denge politikası izlemenin koşulları azalmaktadır. AKP'nin son tahlilde alacağı tutum bellidir. Bölgede emperyalizme karşı değil tersine onunla ittifak halinde güç olmaya çalışan, yarım asırlık NATO üyesi Türkiye'nin hükümeti sonuçta emperyalizmden yana saf tutacaktır. Tabii ki büyük bir politik bedel ödeyerek.



"Potansiyel tehdit İran değilse Küba mı?"
"Zımnen de olsa bugün AKP hükümeti füze savunma sistemini gerektiren potansiyel tehdit kaynağının İran olduğunu kabul etmiş,  ancak bu ismin kamuoyuna açıklanacak metinlerde açıkça zikredilmemesini isteyerek görüntüyü kurtarmaya çalışmıştır. Türk milletinin aklı ve idrakiyle alay edercesine "Hiçbir komşumuzu tehdit ve hedef tanımlaması içinde göremeyiz (Komşularla sıfır sorun)"  diyen Başbakan'a sormak isterim ki; siyasi hesaplarla kendinizin gitmeye cesaret edemediği Lizbon zirvesinde Cumhurbaşkanı tarafından onay verilen füze savunma sistemi İran'a karşı değilse, hangi potansiyel tehdit kaynağı ülkeye karşıdır? Tehdit kaynağı İran değilse Senegal midir,  Küba mıdır,  yoksa Rusya mı?...
Füze kalkanının kurulacağı ülke Türkiye olarak belirlenmiş, adeta başta AB olmak üzere NATO üyesi ülkelerin güvenliğini sağlamak için bütün riskler üstlenilmiştir. Ortada ne bir başarı diye sunulacak gelişme ne de zafer diye yutturulacak diplomatik netice vardır. "Biz olmasaydık NATO toplantısı on dakikada biterdi" sözlerinin de hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Sürekli sahte diklenmelerle, hamasi sözlerle iç politikaya dönük mesaj veren AKP iktidarı, NATO toplantısında ağzına bir parmak bal sürülerek geri gönderilmiştir."

Devlet  Bahçeli




Üç komutan görevden alındı
Balyoz Darbe Planı ve fişleme olaylarında adı geçen Tümgeneral mertebesinde üç komutan, İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül tarafından görevlerinden alındı.

Ortada yine anlamakta zorluk çekilen karışık bir durum var. Bu üç komutan, (TSK Personel Kanunu'nun 65. maddesi gereğince) haklarındaki davalar nedeniyle bu Ağustos ayındaki YAŞ/Yüksek Askeri Şûra toplantısında terfi ettirilmemiş zaten, yani terfileri durdurulmuş. Ancak açığa alınmamış, başka görevlere atanmışlar. Sonrasındaysa AYİM yani Askerî Yüksek İdare Mahkemesi'ne başvurarak terfilerini geri istemişler... Askeri mahkeme de "yürütmeyi durdurma" kararı vermiş; yani terfi etmelerini onaylamış. Ve böylece alınan YAŞ kararları bu kararla delinmiş oldu.  (Medya daha çok 'by-pass' kelimesini tercih etti.)
Bu noktada hükumet, gecikmeli olarak da olsa devreye girerek bir mesaj verdi. Sivillerin onay yetkisinde olan terfileri ve YAŞ kararlarını AYİM üzerinden delmenin yolu, Bakanlıkların açığa alma kararları ile durduruldu. Gelişmeler üzerine Bülent Arınç "Askeri hakimlere güvenmediğini" söyledi: "Komutanların, kendilerinden daha ast rütbede olan hakimlere karşı dava açmasını ve o hakimlerin bu komutanlar hakkında hukuka tam uygunluk içinde karar verip veremeyeceklerini kamuoyunun takdirine sunuyorum"  dedi.


Bu gelişme üzerine CHP'den derhal karşı çıkışlar geldi. "Kemal Anadol'u, 'İşte bu da sivil darbe' derken gördüm ekranda. Şaşıracak, yadırgayacak bir şey yok CHP'nin bunu yapması gerekiyor... Kemal Anadol bugün cihet-i askeriyenin Türkiye'nin siyasi hayatındaki geleneksel hegemonyasının, sultasının eksilmemesi için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor"  diyordu  Murat Belge,  "Üç General"  başlıklı yazısında...
Gerçi sonradan parti dinamikleri bu karşı çıkışlara tam destek vermedi gibi ve bu duruşu sürdür(e)mediler... "İki ileri bir geri" şeklinde devam ediyorlar. Kurultay hazırlıklarına başlanan CHP'de  Deniz Baykal ve Önder Sav'ın ittifak oluşturacakları söylentileri başladı bile...




Kuzey Kore-Güney Kore
23 Kasım 2010: Kuzey Kore, Güney Kore'ye bağlı Yeonpyeong adasına topçu ateşi başlattı. Samsung ve LG gibi teknoloji devlerini barındıran, Amerika'nın açık desteğine sahip bir Güney Kore ile Çin destekli Kuzey Kore, ve ölüm haberlerinin gelmesi ile "Rusya ne yapacak?" soruları merak uyandırdı.



.
Şiddetin sıradanlaşması
Nam-ı diğer İbo, bir kız çocuğuna (artık ne üzerine kim bilir?) "Vay küçük orospu" demiş. (Medya, "demiş" yerine "diye sevmiş" demeyi tercih etti gerçi...)
Ortamda Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'da olunca hoş karşılanmamış bu durum. (Yoksa millet gırgır şamata geçiştirirdi valla.) Sonradan, İbo'nun bu tavrını Balçiçek Pamir eleştirmiş.
İbo'muz da  "kalemini kırarım"  diye gazeteciyi tehdit!

O değil de...  Bu millet toptan mı ahlak anlayışını kaybetti acaba?  Sesini, yorumunu bilemem.  Ama adamın her konserine gidip egosunu şişirmek ve kendisini yüceltmek zorunda mısınız siz?  Sonuçta bu adamın tarzı belli.
Bu arada "küçük orospu"nun  tanımı şöyle:   İçinde yaşadığı ülkede şiddetin her türlüsünün meşru olduğunu ve asla cezalandırılmayacağını fark edip, toplumdaki ahlak anlayışının sözde olduğunu bilen mafyavari maço kişiler için bir  "sevgi sözcüğü".




Taraf gazetesinde yayınlanan Mehmet Baransu imzalı haberde, "Genelkurmay’ın tabelası indirilecek" gibi dikkat çekici ifadelerle bezeli, askeriyedeki yeni değişiklik tasarılarından bahsediliyordu.  Genelkurmay Başkanlığı,  -zaten olması gerektiği gibi-  Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanacakmış filan... Başbakanlık derhal yalanladı haberi. Ahmet Altan ise gazetesindeki habere sahip çıkarken şunları söylüyordu bir yandan da:
"Türkiye'de iki tane "özerk" başkanlık var. Biri Genelkurmay,  biri de Diyanet.
İkisi de aynı gün kurulmuş.
İkisinin de yapısının değişmesi gerekir.
Demokrasi için Genelkurmay'ın, laiklik için Diyanet'in statüsünün değiştirilmesi kaçınılmazdır."
(Boşverin.  28/11/2010, Taraf)

Türkiye'de belirli bir eşiğin nasıl aşıldığını fark edebiliyor musunuz? Yıllarca susulan-susturulan, sahte yüksek saygılar sunulan, eleştirilemez nitelikteki makamlar ve kurumlarla ilgili artık "konuşulabiliyor". Dengesiz bir yapımız olduğu için, eleştiriler de orantısız ve dengesiz gelebiliyor bazen. Bugün bu toprakların tarihindeki en dikkat çekici değişim-dönüşüm hamlelerinden biri gerçekleşiyor. Başarılı olup olmayacağı ve bu misyonu üstlenen siyasetçilerin çapını/çapsızlığını ise tarih yazacaktır. Her ne kadar Türkiye'deki okullarda değilse de Amerika veya Batı kaynaklarından öğrenebileceğimizi umuyorum.





28 Kasım 2010 - Haydarpaşa yandı


Tarihi Haydarpaşa Tren Garı'nın çatı katında yangın çıktı. Tadilat sırasında dikkatsizlikle çıktı sanılırken,  meğer olay kasıtlıymış.
"Denizden ve karadan müdahale edilen garın yangından zarar görmeyen pencereleri ve tarihi işlemeleri, söndürme işlemleri sırasında tazikli suyun etkisiyle kırıldı. Bu sırada garla ilgili tüm kayıtların tutulduğu belgeler ve arşiv odası da tazyikli sudan nasibini aldı."  (bkz)


Fazla söze gerek yok sanırım.  Her şeyi rant olarak gören köylü yöneticilerle ancak buraya kadar.




Vergi affı
Türkiye genel seçimlere hazırlık dönemine giderken, AKP (yine) hayırlı bir işe imza atmış ve vergi borcundan dolayı beli bükülmüş vatandaşına elini uzatmış.
Yersen.  Neden bizde merhamet edileceklere değil de,  edilmese de olabileceklere iyi niyet daha çok gider hep?
Vergisini zamanında ödeyenler gene enayi!




Wikileaks  çatlağı
Ay sonuna doğru -özellikle 28'inden başlayarak-, Wikileaks'te yayınlanan belgeler dikkat çekti. Medyanın ilk ilgisi "Fransa Başkanı Sarkozy'e ve Merkel Hanım'a hangi lakap takılmış?" noktasındayken, özellikle sözlük siteleri an be an İngilizce-Türkçe tercümelerle canhıraş bir dökümentasyona girişti. Belgelerde Türkiye, Türk siyasetçileri ve yakın bölge komşularımızla ilgili bölümler de var. Başlıbaşına bir yazı konusu olduğundan, (zaman bulursam) bu dokümanlardan bazılarını önümüzdeki günlerde paylaşıcam.



Naipaul  Olayı
Hazımsızlık kültürünün bu ayki hedefinde Nobelli bir yazar olan V. S. Naipaul vardı. İstanbul'da gerçekleştirilecek Yazarlar Konferansı gibi bir şeyin açılışını yapacak, onur konuğu olacaktı. Ancak İslam ve Müslümanlar noktasında söylediği laflar üzerine, kelimeleri rötuşlamakla meşgul olanlar adına Zaman'dan Hilmi Yavuz'un ilk top atışıyla şimdi de onu (daha gelmeden) kovalım kampanyası başlatıldı.  Bu konuyu da önümüzdeki günlerde deşicem.


  • Bu ayın tüm gündem başlıkları için tıklayınız:  KASIM 2010

.