5 Aralık 2023 Salı

Kentsel Çöküş


Son Maraş depremi (*) olduğunda  utanmadan çözümün  "kentsel dönüşüm"  olduğunu yazanlar vardı sosyal medyada.
Bu kadar utanmazlık, ahlâksızlık ve radikal particilik benim ne anlayabileceğim ne onaylayabileceğim bir şey.

TRT'de deprem bölgesinde, hem de canlı yayın sırasında gelen ikinci yıkımlı depremde ekranda gördüğümüz şey;  20 katlı binanın,  hemen yanındaki yıkılmadan depremden çıkabilmiş diğer yüksek binanın üstüne devrilerek anında onu yıktığı idi. Deprem sırasında kaldırımda veya yoldan geçen araçlar içinde olup üstüne çöken binaların altında can verenler de oldu.

(*) 6 Şubat 2023 tarihli Kahramanmaraş depremlerinde resmi rakamlara göre en az 50 bin Türk vatandaşı hayatını kaybetmişti.


"Kentsel dönüşüm" diye büyükşehirlerde 7-9 katlı (hem de yeni) binaları yıkıp,  bahçedeki ağaçları söküp,  bahçe alanını neredeyse yok edecek kadar daraltarak dip dibe 15-20 katlı bina yapmanın meâli depreme dayanıklı yapılaşma olmuyor. Aynı şehirde aynı mahallede aynı deprem sonrası eski binalar kalırken, yeni yapılan binada büyük hasar ve ölüm çıkabiliyor. Yani çözüm eskileri yıkıp yenilerini yapalım meselesi değil özünde.

Ayrıca şehrin merkezindeki 40 seneden fazla ömürlü apartmanlara dokunmazken;  yeni gelişen emlak değeri yüksek bölgelerdeki on yılı bulmamış yaştaki binaları yıkıp yerine dip dibe, göksel hapishane manzaralı ev yapma haline  "kentsel dönüşüm"  deyip büyükşehirleri çirkinden daha çirkine dönüştürmeyi görev bilmek de modern şehircilik olmuyor.

Fikirtepe, İstanbul


Dip dibe, birbirinin salonunun içine bakmalı evlerde aile olarak veya bir kadın olarak tek başına yaşamanın zorluğu ve bunun getirdiği psikolojik gerginliği ise belki başka bir yazımda açarım. Dip dibe dizili bu ucubelerde yaşamanın, insanların derinliklerine ve şahsiyetlerine zarar verdiğini, bayağılığı norm haline getirdiğini ise zaten yıllardır yazıyorum.



“Çünkü her türlü zararlı şeyin bir kökü para sevgisidir.”
(1. Timoteos 6:10)

“Siz hem Tanrı'ya  hem de paraya kulluk edemezsiniz.”
(Luka 16:13)


6 Haziran 2023 Salı

 2023  Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimi


Seçim bitti, seçim tartışmaları bitmedi. Hep aynı terane!
Cahil halk, eğitim şart, makarna bulgur, hırsız, Aziz Nesin, ve bilimum çorba. Akıl sağlığımız ve zekamız, ikisinden en az biri tehlikede.

1990'ların sonunda yorum yazdığım bir internet sitesinde (*) demiştim ki  "Eğer laikliği savunan kesim,  kültürel altyapı dahil  iyi bir hazırlık yaparsa,  20 ila 25 yıl sonra iktidarı geri alabilir."

O gün alay edenler, hakaret edenler, "25 sene haaa? hahhhhaaahhha! En fazla gelecek seçimde gidecekler. O zamana kadar kapatılmazlarsa tabii puhahhhaaaaaa"  diye dalga geçenler...

Üzerinden 25 sene geçti.  Utanmışlar mıdır acaba biraz?

Tabii ki hayır.  Utanma duygusu olmayan; havaya karaya herkese söverek zaman dolduran, ruhen aylak ve çok mutlu bir kesim. Zamanlarını sürekli yıpratıcı eleştiri yapıp insanın yaşam enerjisini törpüleyerek geçiriyorlar.  Seçim hakkına ve tercihlere saygıları yok. Ama aynı zamanda seçimden medet umup değişim de bekleyebiliyorlar,  ki oldukça ilginç bence.  Sosyal medya ise topluca delirdikleri mekan oluyor. Hayal dünyasında yaşarken; sürekli aklın ve bilimin yolunda gidiyorlar,  kendilerince.

O kadar berbat tespitleri var ve o kadar okuyamıyorlar ki hayatı, seçim dönemini! Doğrularının mutlaklığına o kadar iman etmişler ki  İLETİŞİM İMKANSIZ!

Sosyal medya gibi büyük bir etkileşim deryasında / fırsatında dahi sadece kendi görüşünde olanları takip edip, birbirlerini her seçim öncesi coşkuyla gaza getirip, sonrasında  "oylar çalındı, Aziz Nesin, makarna-ekmek-bulgur..."  Ve Kapanış.  Sonra yine sosyal medyada nefret bombardımanına ve normal hayat akışına dönüş.

Birbirlerini doldurup doldurup, safları sıklaştırma oyunu oynuyorlar sosyal medyada. Ve tüm bunları yaparken, sürekli en iyi yaptıkları şeyi yineliyorlar:  "Kutuplaştırmak".

Sadece kendi kendilerini, ve belki belli bir çevreden servis edilen AKP'li görünümü verilmiş dejenerasyon hesaplarını takip ettiklerinden; zihinsel bir donuklaşma içerisindeler ve kapalı cemaatlere döndüklerinin farkında değiller. Manipülasyon amaçlı açılmış haber siteleri ve yalan haber yayan kullanıcıların tuzaklarına balıklama atladıklarının farkında değiller. Anlatıldığında da anlamıyorlar.  Yalan haber bu  diyorsun;  "Olsun ne fark eder, sanki böyle şeyler olmuyor mu!"  diyor ve paylaşmaya devam ediyor.  İletişime devam etmeye gerek yok;  zaten dinlemiyorlar,  dinlemeyi bilmiyorlar.


YALAN HABER  Enflasyonu
Türkiye genel olarak insanların düşünmekten ölesiye korktuğu bir iklimde.  Seçim sebebiyle bir kez daha deneyimledim bunu.
Sosyal medyaya baktığımızda devasa sayıda kullanıcı arasında  (parmakla sayılacaklar hariç)  aynı vasatlık ve kopyala-yapıştırlık halleri,  türlü sazan avlarına gönüllü düşmeler ve yalan habere ilgi eğilimi farklı taraflarda bol bol mevcut. Aslında birbirine ikiz kardeş kadar benzeyen iki kitle var ortada. Ne var ki  bir tanesi kendisini (ne sebepten olduğu bilinmez)  daha ahlâklı, daha üstün, daha doğru, daha iyicil ilan etmiş. Sürekli karşı tarafı aşağılayıp duruyor, sanki kendisi ötekilerden farklı ve daha iyi imiş kabulüyle.

Türkiye'de baskılardan şikayet eden muhalif kesim özgürlükçü değil, aksine baskıcı. Üstelik kendilerini yarı-Tanrı gibi görebilecek derecede yüksek kibirde olduklarından, ahlâksızlığı hep karşıya yontmaktalar.  Gözünün içine baka baka yalan söyleyenlere bir tepkileri yok,  yeter ki duymak istediklerini söyle.  "Genel başkan Cumhurbaşkanı adayı olmamalı"  diyen CHP genel başkanını Cumhurbaşkanı adayı olarak desteklemekte bir sakınca görmediler mesela.
   ("Tell me lies,  tell me sweet little lies.")


Gazetecilik
Ülkedeki medyanın canına okudular, AKP de geldi tüy dikti. Utanmazlık norm oldu. "At yalanı skeyim inananı" genel habercilik mottosu. Özellikle sosyal medya, milleti birbirine düşürmek için dezenformasyon cenneti gibi işliyor. "Halkımız cahil!"  diyenler avamdan iyi değil.

İzmir'de meşhur bir okul balo törenini şeriat tehlikesi yüzünden iptal etti diye haber yapıyor Karar gazetesi. Yani 20 senedir yapılabilen geleneksel tören neden bugün iptal edilsin? Hemen başlıyor iman etmiş kitleleri   "Şeriat is loading"  paylaşımları yapmaya... Meğerse okul bir teklif almış Amerika'daki Türk gününe katılım için. Oraya gidileceğinden tören yapılmamış. Ama gerizekalı bir kitle olduğu için kakala gitsin,  bunu da yerler.
(Yediler de.)

Twitter gibi sosyal medya mecralarını haftada iki saat düzenli okuyan delirmemiş birinde AKP sempatisi başlama ihtimali diye bir şey var. Kendisine maddi ve manevi aynada bakmayan ne kadar kişi varsa karşıt gördüğüne yargı dağıtıyor zaten burada.  Muhalif çevrelerse hiç çekilmiyor.



Muhalefet Neden Kazanamadı ve Nasıl Kazanırdı?   (DİL)
Muhalefet çok konuştuğu için kaybetti. Yıllardır her seçim öncesi muhalifler bu yolla kararsızları karşı tarafa itiyor zaten. Zira konuştukça batıyorlar.  Diline hakim olabilse zorlanmadan % 55 oyu aşarak kazanacakken,  dil ve üslupları yüzünden yara aldılar yine.

O kadar çok, o kadar boş ve o kadar çirkin konuştular ve bunu o kadar erken yaptılar ki!  Daha gelmeden adam asmaca yargılamaca oyunu başladı.  Özerklikler dağıtıldı.  Sokaklarda, topluluk içerisinde, halk röportajlarında görüşü sorulduğunda AKP'ye oyunu vereceğini söyleyen insanlara hakaretler yağdırıldı.  Dediğim gibi, dil gönülden taşanı söylermiş.  En ağır eleştirileri sıralarsın yeri gelir karşı tarafa;  ama  "hakir görmek"  de dedikleri insan küçümsemek aradaki hassas ince sınırdır.

Geri, tutucu, faşist bir sol var ortada. Halkı aşağılama, yoksulları aşağılama, göçmenleri aşağılama, depremzedeleri aşağılama... Derken sokak röportajlarında Erdoğan'a oy vereceğini söyleyen kadınlara küfür - hakarete başlayıp bunu gayet normal gören teyzeler... Onlardan bile idol yaratmaya kalktılar. Ne kadar Bakırköy'e sevklik şahıs varsa baştaçları oldu.  Üstelik kendilerini cidden aydın, ilerici, solcu, laik, Atatürkçü ve Türkçü zannetmekteler.  Bir çeşit toplu delirme hali.

Zerre kadar özeleştiri yapmıyor olmaları ise takdire şayan. Bu anlamda dünya rekoruna koşuyorlar. Kaçıncı "Gümbür gümbür geliyoruz, bahar geliyor!"  sonrası hezimet bu? Yani bir kitle hiç mi arada kendini yoklamaz?  Bu kadar da tembel ve bağnazlar.  Ve en başta dediğim gibi,  utanma duyguları çok aşınmış.  Gün boyu karşı tarafa sövmek daha konforlu nasılsa!

«Sol faşistler sadece gettolarında yaşadıkları ve sadece cemaat içi iletişim halinde oldukları için edebsizliklerinin boyutu ve seviyesizlikleri hakkında bilgi sahibi değiller»
diye özetlemiş hallerini bir kullanıcı.  (**)


Ve şöyle devam etmiş:

"Halk Tv, Tele1, KRT, Sözcü gibi kanallar hastalıklı kanallar. Etraflarına inanılmaz bir cahillik saçıyor ve toplumu fanatizme büküyorlar. Lise çağı ideolojik tiplerden bunların bir an önce kurtulması lazım. Bir de yaşlanmış ve adından başka bir şeyi kalmamış kişilerin "merkez" konumu getirmeyeceğinin de görülmesi lazım. Çünkü bir yandan da bu yaşlılar geç kalmış ergenlik belirtilerini fazla etraflarına saçıyorlar."


     "Akılla değil duygularla hareket edince, kaybedilmiş bir seçimin faturasını bile çıkaramıyoruz. Hesap soramıyoruz. Nerede yanlış yapıldı diyemiyoruz. Sloganlar, romantik laflar, mantıksız argümanlar.  Sonuçta birbirini kıran inciten insanlar.  Boş holiganlık"

"Ekmeleddin İhsanoğlu, Sarıgül, KK ne derseniz verdim vallahi. Normalde vermezdim. Bundan sonra vermem. Kusura bakmayın. Dayatma aday olursa sandığa gitmem.  43 yaşındayım,  az biraz bir şeyler okudum,  oyumun artık bana ait olmasını istiyorum."
Emrah Safa Gürkan,  Twitter   (1) (2)



"Muhalefet neden kaybetti?
Bakın bu soruya cevap vermek çok önemli.
Salgın operasyonuna,  yüzde 400 enflasyona maruz kalınmış bir ortamda muhalefet neden kazanamaz?
Cevap belli
Bağımsız değil.  Bir ülkenin muhalefeti bağımsız değilse, o ülkenin bağımsızlığından söz edilebilir mi?"
Burak Turna



       Medyada muhalefetin yürüttüğü kampanya ve takındığı dil, kararsız seçmeni iktidar partisi lehine itti. Bana göre Türkiye'de sol bir akıl hastalığına dönüştü artık.  Gerçi dünyada da durumu iyi değil.  Bunu ilk kez bir İsrail sitesindeki yorumda okumuştum. Tabi biz "vur deyince öldüren" bir toplum olduğumuzdan; bizde daha yaygın delirmeler gözlemleniyor sanki. Kendilerine zarar verecek ve kaybettirecek işlere dört elle sarılmalarını, yalanları çok daha fazla benimsemelerini buna bağlıyorum. Binlerce binler PKK'lıyla, irinli Fetö destekçileriyle, milyonlarca Cumhuriyet düşmanıyla birlikte hareket edip  kendine  Atatürkçü  demek normal olmasa gerek.

Sorsan,  "Erdoğan hele bi gitsin de!"

Özetle:  DELİRDİLER!

15 Temmuz hakkında takındıkları küçümser tavırdan sonra aklıselime geri dönebilmeleri ise mümkün görünmüyor. Yoğun olarak Fetö hesaplarının güdümünde, diğer yarıya "Allahla kandırıyorlar, Aziz Nesin"  filan aynı nakaratla can sıkmaya devam edecekler gibi görünüyor.  2071'e kadar yine böyle eğleşirler artık.

Çapsız liderler ve çapsız örgütler ile at gözlüğü takmış bağnaz yığınlar ülkenin önünü tıkıyor.  Bu şartlar altında ülkede gerçek bir muhalefetin zuhur etmemesi,  AKP'yi kaderimiz haline getirdi. Boğucu bir  "alternatifsizlik krizi"  içerisine girdik.



EKONOMİ  ve  Tutarlılık
“Ekonomi iyi değil aşırı pahalılık var çare ne? İktidara gelmek için ülkenin bütün kaynaklarını seçim rüşveti olarak vermek. Kürt sorunu var evet, çare ne? Ülkenin en faşik adamına iç işleri bakanlığı teklif etmek.  En kötüsü de mülteci düşmanlığı yapmak.”
Mutlu Bulut

Bu ülkede muhalefet diye bir şey yok. Muhalefet olduğu iddia edilen tarihi bir heyûlâ var ve ülkenin üstüne iktidar krizini dayayan yapı biraz da budur.  İktidar memur maaş zammı diyor,  aynısını muhalif de diyor.  Sen gelme o zaman?

Hani ekonomi kötü, Hazine battı batacaktı? Bütün kampanyayı bunun üzerine oturttular. Seçime bir hafta kala da çıktılar kredi kartı borçlarını silme vaadi verdiler. Kredi kartları da ödenebiliyorsa durum iyiymiş demek ki? Çökmedi mi şimdi kampanyanın as maddesi?  Bunlar beşi benzemezi yan yana koymaya iyice alıştı.


Sıkıcı, tekrar ve ruhsuz işler deplasmanda kalmaya mahkumdur. Hep eleştirerek de yol alınmaz. Baktığını gören zaten bozukluğu fark ediyor,  sen ne yapacaksın?  Bunu demekten ve bir ruh / bakış / vizyon ortaya koymaktansa  sabah akşam gıy gıy...

Her seçim oylar çalınıyor ve başarı böyle geliyorsa eğer... O zaman İmamoğlu ve Yavaş da hileli geldi demektir? Kendiniz kazanınca âdil,  başkası kazanınca "çalındı". Oysa Kılıçdaroğlu'nun kazanması sıradışı olandı zaten en baştan beri?  İyi hazırlık yapılması ve güçlü bir söylemle ortaya çıkılması gerekirdi;  herkese mavi boncuk  (MV koltuğu)  dağıtarak değil. Ama kendi kendilerini dolduruşa getirip, farklı görüşleri takip etmeyen bu kapalı kitle;  yalan habere olan tutkusuyla  havalara girip bir de daha gelmeden insan yargılamaya;  giyim kodlarını, başkanlık sistemini filan değiştirmeye kalktı. Sokak söyleşilerinde görüşlerini kendince açıklayan iktidar partisi taraftarlarına hakaretler savuruldu.  Son dönemeçte milliyetçi oyları kendilerine çekebilmek için Ümit Özdağ ile el sıkışınca,  eldeki HDP oylarında da düşüş kaydettiler.

Zaten kendi ideolojilerine ve parti çıkarlarına hizmet etmiyorsa; anında satmayacakları hiçbir sözde vefaları yok. Ara Güler hadisesini hatırlayın. Yıllarca "koca çınar, üstad" dedikleri adam, Hendek olayları sırasına CB ziyaretinde bulundu diye demediklerini bırakmamışlardı.  (2018)

Bana asıl ilginç gelense;  genellikle kadın hakları, kadın cinayetleri lafını dillerine dolamış sol akımdaki kişiler; gerçek hayatta kendi ortamlarındaki kadın sorunlarına duyarsız olabilen, ruhsuz, yine genellikle kariyerist tipler.  Kendisinden 45 derece farklı düşünen bir kadın yanında işkence ile öldürülse sıfır tepki verir,  hatta oh olsun bile diyebilir kimisi.  Bunlar  "kadın hakları,  kadınlarımız,  Türk kadını"  falan filan...
(Misal:  Melis Alphan)   (Misal: Nur SERTER)

Çocuk tacizi gibi bir konuyu bile iktidar partisine bağlayabilen;  neredeyse tarikatler dışında taciz olayı yaşanmadığını iddia edebilecek kadar din düşmanı ve kafayı sıyırmış;  aslında ne kadına, ne çocuğa, ne hayvana, ne mağdura (ne depremzedeye) karşı empati kurabilen;  dillerine doladıkları bunlara zerre değer vermeyen,  sadece şablon olarak vitrinlerinde kullanan;  sağduyu ve basiret kavramları çökmüş kişiler.  Tüm bu trajedilere,  iktidara karşı kullanabilecekleri muhalefet malzemesi olduğu sürece duyarlılar.  Bu ikiyüzlülüklerini maskeleyebildiklerini sanarak hep iyiliği kendilerine,  kötülüğü "karşı tarafa" yontmaları sorun.  Arada dürtüp  "her şeyiniz ortada"  demek lazım.




“CHP, Fethullahçılar için yaptığı adalet yürüyüşü için özür dilemeli.”

“Cumhurbaşkanını eleştirmek için malzeme o kadar çok ki,  diploma varken yok demek saçmalığına müracaat etmek bana çok akılsız bir girişim olarak geliyor. Girişim sayısının çokluğu veya atılan yumruk sayısı değil,  işe yarayan girişim,  vuran yumruk muhalefete lazım.”

“Sırtını Amerika'ya Yaslayanlar Yenildi! Sırtını Fethullah'a Yaslayanlar Yenildi. Sırtını PKK'ya Yaslayanlar Yenildi. Sırtını Süleymancılara Yaslayanlar Yenildi. Sırtını Almanya'ya,  İngiltere'ye,  Fransa'ya Yaslayanlar Yenildi.”

“Bu son seçim idiyse ve muhalefet bu görüşte samimi ise  CHP,  İyiP,  HDP  hemen kendini feshetsin de seçmenleri yalan söylendiğini düşünmesin.”
Atila Demirkasımoğlu,  Facebook    (1)  (2)  (3) 



“ Y-CHP  "kripto"  karesine teslim
K.KILICDAROGLU
SEZGIN TANRIKULU
C:KAFTANCIOGLU
MAHMUT TANAL
Alevi, demokrat maskeli kriptolar CHP nin ipini cektiler.
Ekmek icin Ekmelettin, gel bakalim Muharrem, Abdullah Gül denemeleri ve sonunda da hesap uzmani marifetiyle meclise sokulan 40 a yakin AKP-FETÖ eskileri”
Vasıf Kayhan Bayırlı,  Facebook



“Değişim için on yıllarca ciddi ve sistemli çalışmak gerekir, öyle iki ay efelik yapıp değişim beklemek hiç olur mu?
Var mı öyle üç kuruşa beş köfte.  Boşuna heveslendiler, olmayacak duaya amin dediler...  Aman dedik hayal kırıklığı olmasın,  boş beklentiler olmasın...

Son hafta seçimle ilgili yazmadım ama kaç kez dilimin ucuna geldi, yuttum. Minik bir partinin lideri çıktı, KK’ya ülkeye ve anayasaya ihanet etmeyeceğine, terörden uzak duracağına dair protokol imzalattı. Olacak şey mi.  Yani “imzalamazsam ihanet mi edeceğim?” diyemedi mi? Kaldı ki, son düzlükte kıvırtma kabul görür mü? Ama işte susup oturduğum yerde içim daraldı,  Atatürk’ün partisine böyle lider utançtan başka ne getirir.

Her neyse, muhalefet bu kafayla giderse gelecek seçimde de aynı şey. Ondan sonrakinde de aynı şey.  Beş seçimdir uyardığımız, beş seçim daha olur. Şayet ciddiyseniz ciddi olun, ciddi çalışın, moralinizi bozmayın ve siyaseti öğrenin. Türkiye’yi öğrenin. Öncelikle de CHP’yi öğrenin. CHP’yi normal bir parti sanmayın. Boş hesaplarla olmayacak şeylerin peşinde koşmayı bırakın.... Bu sıkıntıları 40+ yıldır çekiyorum.  Hayal kurup onun üzerinde siyaset yapılıyormuş gibi kumda oynanmasından bıktım.
İşte geldik gidiyoruz,  artık siz bilirsiniz.”  (1)
---
“CHP’nin ne kadar çürüdüğü bir yana, muhalefetin büyük kısmını bloke edip etkisizleştirmesi ayrı bir büyük dert. CHP değişmeden veya Türk siyasetinden silinmeden gerçek ve olumlu bir değişim imkansızdır. Değişmesi olanaksız sayılabilir çünkü tüm köşe başlarını tutmuşlar. Daha girdiğin ilk sokakta biat etmeyeni tasfiye ediyorlar. Kapanması da zor, çünkü hangi iktidar böyle yararlı ve kullanışlı bir muhalefetten vaz geçebilir.  Bu parti muhalefetin kırılmaz zinciri olarak kemikleşmiştir.  CHP var oldukça AKP gitmez dedik, ahanda! yirmi beş yılı garantiledi bile. Sayelerinde elli yılı da bulurlar, bu gidişle.”   (2)
Mehmet Tanju Akad   (MTA)



Zaten RTE de çoğu seçim dönemi boşuna  "Allah her iktidara böyle muhalefet nasibetsin"  demiyor.  Tabanı ve tavanıyla geri zekalı ve irinlerle dolu bir kitle,  ülke seçmen nüfusunun yarısına sövüyor da sövüyor.  Onlar söve dursun;  ben yine,  bilmem kaçıncı kez,  bu blogda bir CHP yazımı daha  Hakkı DEVRİM'in  2009'daki bir köşe yazısından alıntı ile noktalıyorum.

"CHP gündemden düşeli bence 59 yıl geçiyor.  1950 CHP'nin sonuydu. Darılmayın, gücenmeyin! Zorla ayakta tutacağız diye, tarihî bir kuruluşu hortlağa döndürdünüz. (...)  Zemini boşaltma kararına varın ki, sahici bir muhalefet de neşvünemâ  («gelişip büyüme»)  imkânı bulsun."

"(Erdoğan) Ne kadar saçma bir şey söylerse söylesin, rakipleri daha saçmasını söylüyor. Erdoğan'ın karşısında hiçbir şey yok."



*  Radikal
** Atila Demirkasımoğlu


Radikal,  15 Temmuz 2016,  televizyon,  DTP/BDP,  Kürtçe,  Cananlar,  Fethullah, Hakkı Devrim,

12 Eylül 2022 Pazartesi

   Can  ATAKLI


Uzanlar dönemi Star TV Haber Genel Yayın Yönetmeni ve ana haber sunucusu  (anchormen) olarak bol bol Uzanları akladığı dönem kapanınca,  kısa bir dönem  (5-6 ay gibi veya bir seneye yakın)  inzivaya çekilmiş, sonra Atatürkçü - Ulusalcı kanattan "muhalefet cephesi"ne katılmış,  iktidara "hırsız"  diyen bir kalem:  Can Ataklı.

Geçenlerde bir yazı yazmış köşesinde.  Osmanlı sultanları sanıldığı gibi örtülü değildi diyor. Doğrudur. Bol resimli bir kolaj da yapmış. "Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan"  dediği kişi,  devrik İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi'nin ilk eşi  Fawzia Shirin  aslında.  (Blogumda en çok tıklanan yazılardan birisi olan  Prenses Süreyya  başlığında adı geçiyordu hatırlarsanız.)
Muhtemelen yazıda kullandığı diğer fotolar da şaibeli.  (atmasyon!)


Nerden buldu bu saçma derlemeyi?  diye sormak abes olur,  tek tıkla buldum zaten kaynağını:  "İnternetten."
Adam nette gezinirken bulduğu kolpa bir derlemeyi allayıp soslayıp kendi yazısı diye ortaya sürmüş.  Alışık olduğumuz,  tipik gazeteci köşe doldurma yöntemi.  Ona buna  "hırsız"  diyen adama da pek yakışmış doğrusu.

Türkiye'de gazetecilik uzun süredir bu aşamada. Yorum yapmak ve ballandıra ballandıra yorumlandırmak adına;  1 doğru bilgi,  en az üç yanlış bilgi ile sunuluyor.  Sallamayı asla ihmal etmemelisin. Ve internet en güvenilir kaynağın olmalı.  Nasıl olsa  yorumunu / tarafını  beğenirse her şeye  "Eyvallah!"  çeken holiganvari blok kitleler de mevcut.
İnsanlar bu saçmalıklara kanmazsa da  "Halkımız cahil şikerim!"  dersin olur biter nasılsa.


* Can Ataklı,  2003-2004 yıllarında  Star TV'de ana haber bültenini sunmuş ve Kırmızı Koltuk adlı o dönemin meşhur siyasi söyleşi programının sunuculuğunu yapmıştır. Bir dönem Sabah gazetesinde yazıyordu diye de hatırlıyorum.


18 Ocak 2022 Salı

  Ressamlar  -Edward John Poynter

Edward Poynter - Israel in Egypt
Edward Poynter  -  Israel in Egypt / İsrailoğulları Mısırda  tablosu  (1867)


Yeni yılın ilk blog yazısında, eserleriyle kısmen yeni tanıştığım bir İngiliz ressamın çizimlerini paylaşmak istiyorum sizlerle. Kraliyet Akademisi (Royal Academy of Arts) Başkanı olarak da görev yapmış İngiliz ressam, tasarımcı ve teknik çizer Edward Poynter.   (1836 - 1919)

Bu arada yeni bir site tasarlıyorum kendim için. Tamamlayabilirsem eğer, oradan görüşmek üzere.



Edward Poynter - The Visit of the Queen of Sheba to King Solomon
Edward Poynter  -  The Visit of the Queen of Sheba to King Solomon / Saba Melikesi Belkıs'ın  Kral Süleyman'ı Ziyareti  tablosu  (1890)
Art Gallery of New South Wales


Corner of the Marketplace
The corner of the villa
Corner of the Marketplace  (1887)
The corner of the villa


Pea Blossoms A Hot House Flower

Edward John Poynter - Pea Blossoms   &   A Hot House Flower



Helena and Hermia On the Terrace

Edward Poynter - Helena and Hermia  (ortadaki)
Edward Poynter - On the Terrace



Edward Poynter - Horae Serenae
Horae Serenae


The Ionian Dance Diadumene
The Ionian Dance Diadumene      


The Siren Cave of the Storm Nymphs Edward Poynter - Wild Blossoms
The Siren  (1864),   Cave of the Storm Nymphs  (1903),  Wild Blossoms


Edward Poynter - Barine Evening at home   Barine  (1894) Evening at home / Evde akşam  


Edward John Poynter
Agnes Poynter Edward Poynter

Solda eşi Agnes Poynter'i resmettiği bir portresi. İskoçyalı dört kız kardeşin hepsi evliliklerini Victoria döneminin ünlü kişileriyle yapmış, aralarında Başbakan annesi olan bile var.



Edward John Poynter Edward John Poynter - Study of two heads
Bazı skeç örnekleri. Study of two heads    

Edward Poynter - sketches


Edward Poynter - The Prodigal's Return
Edward Poynter  -  The Prodigal's Return


Edward Poynter - The Catapult
The Catapult  (Mancınık)



NOT:  Ressamla ilgili daha fazla çalışma için   Ten Bilgisi  bloguma linkten ulaşabilirsiniz.

30 Kasım 2021 Salı

  AİLE AİLE  dedikleri
            (Ve aile kutsal mıdır?)


Özellikle Facebook başta olmak üzere çeşitli sosyal medya platformlarında (hele bayram dönemlerinde, anneler günü, babalar günü vs)  onlarca sayıda boy boy aile fotoları görmekteyiz. Bunların altında "ailenin değeri, güzelliği, vazgeçilmezliği, kıymeti" ile ilgili nasihatler ve akıl vermelere de sıklıkla rastlamaktayız.

Kulağa hoş geliyor; üstelik insanın yalnızlığının zararlı etkilerine karşı da güvenli sular bunlar.  Ama gerçeği yansıtmıyor tabii.

Özellikle günümüzde çekirdek ailenin önemini ve vazgeçilmezliğini reddedecek değilim. Fakat "Hayatta sahip olduğumuz en değerli şey ailemizdir"  diyecek kadar da insanları zehirlemek istemem. Aslında insanlara erişmeye ve dokunmaya tek konuda gücüm yetse, olmayan değerler ve olmayacak dualara amin dememeleri üzerine kurgularım bunu.

Dünya çapında değişen teknoloji ve yaşam koşullarının, sürekli güncellenen değer yargılarının gölgesinde, geçmişte anlatsalar asla inanmayacağımız hızda ve etkinlikte her şeyin temelden değiştiği,  adeta bir değişim-yıkım-dönüşüm çağının içine girmiş bulunmaktayız. Aile de bundan nasibini alıyor tabii. Genel geçer güzel teşvik edici sözler,  sahada ve gerçekte sapır sapır dökülüyor. Evlilik ve aile adeta bir hayal kırıklığı jenaratörüne dönüştü. Haliyle nasihatler de artık kimsenin kıymet vermediği sıkıcı sözler olarak değerlendiriliyor.


Tabii bu durumda eski nesiller "yeni gençlik" dedikleri o kendilerinden bağımsız gibi kurguladıkları jenerasyonlara karşı bütün eleştiri oklarını yönlendiriyor ve tüm kabahat onların-mış gibi bir bakış açısına giriyorlar.  Mesela hayatında  para - iş / kariyer - arkadaşları - tv / dizilerden başka hiçbir şeye yeri ve zamanı asla olmayan annem bile yaşıtlarının yanındayken  “aile değerlerinden, yeni gençliğin sabırsızlığından ve kıymet bilmezliği”nden  filan bahsedebiliyor.

Yani özür dileriz 50 ve 60'lar nesli ama bize bıraktığınız dünya bok gibiydi. Üstelik her şeye rağmen hâlâ kendinizi bulunmaz Hint kumaşı gibi görüp her durumda en haklı, en iyi, en doğru, en ilerici, en en en olan sizler ve yaşıtlarınız ülkede siyaset dahil olmak üzere, nereye dokunsanız karartıp içinden çıkılmaz düğümler atarken;  tüm yüzsüzlükleriniz, açgözlülüğünüz ve vicdansızlıklarınızla mutlu mesut yaşarken  bir de çıkıp "yüzleşme" filan demiyor musunuz,  durmadan gençleri eleştirmiyor musunuz,  trajedi bile ortadan çatlar bu haliniz karşısında.


      Ortada bir  "aile"  varsa,  özgür irade ile paylaşılan zaman ve değerler varsa, iyi günde kötü günde öyle böyle beraber yürüme hali varsa;  kıymetini bilip zorlu dönemlerde sabır edeni anlarım da öteki türlüsü düz salaklık ile mazoşistlik (kendi kendine ızdırap çektirmekten zevk alma) haline denk düşüyor. Hiçbir şey de zamanla güzel olmuyor, düze çıkmıyor.  İşte bunun bir kanıtı da bu blog çalışmasıdır. Son yazımı yayınlamadan önce  aile  üzerine eski notlarıma şöyle bir bakayım dedim ki meğerse başladığım 2009'dan beri dön dolaş aynı şeyleri yazıyormuşum.

Bu da aile ve evlilik üzerine çok kısa özet geçtiğim, iki sene önceki tek kurşunluk denemem:   Ruh Halim

ve tabi  «Olmuyorsa Zorlamayacaksın»


27 Eylül 2021 Pazartesi

  Kölelik cidden kaldırıldı mı?


Ders kitaplarında diyorlar ki  "Kölelik kaldırıldı."
Yalan!  Asıl şimdi kölelik geldi.

Eskiden insanları ancak kırbaçlayarak, prangalar takarak, işkence yaparak zar-zor yaptırabildiğin işin çok daha fazlasını şu anda bunların hiçbirisini yapmadan yapabiliyorsun.  (Sadece cebine bir kredi kartı koyarak!)
Özel sektörde günde 12 saatin üstünde çalışmak artık sıradan oldu.  (Türkiye,  özel sektörde dünyada en uzun çalışma saatleri olan 10 ülke arasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı.)  Haftada 1 gün izin verilirse buna şükrediyoruz. Öğle arasına 20 dakikayı çok gören patronlar ve insan müsveddesi müdürler var.  Covid ile sigorta konusu da çok yara aldı.

(Geçmişte Amerika'da köleliğin kaldırılması ile ilgili bir araştırma yazısına tesadüfen denk gelmiştim. Ayrıntıları olan, hukuki süreçlerle alakalı, bilinçlenmeyle aşılmış uzun konular. Çok olaylar yaşanmış tabii... Kölelerle ilgili çıkartılan bir yasaya göre 8 saatten fazla köle çalıştıramıyorsun ve 1 gün izin hakları var. Şimdi nerde 8 saat çalışma? 1 gün izin alabilmek büyük nimet bazı özel sektör kuruluşlarında.)

Yani köleliği kaldırmışlar ama şöyle:

Sadece belli bir ırkın veya rengin boyunduruğundan çıkartıp bütün dünya milletlerini köleliğin boyunduruğuna almışlar. Tabii insanlar kendilerinin özgür olduğu sanrısına kapıldığı ve öyle sandığı sürece problem olmuyor. Sadece istediği kıyafetleri alabiliyor,  marketten istediği gıdayı seçebiliyor,  istediği akıllı telefonu satın alabiliyor diye köle kişi kendini özgür sanıyor.

Çok büyük bir ilüzyon ve çok büyük başarı bu! Modern zamanın firavunlarına insanlar "firavun" demiyor; "hayırsever, yardımsever"  diyor.  Mesela "filantropist" diye bir kelime var,  onu kullanıyor.


"Bilgisayar" henüz daha gündelik hayatımıza girmemişti, 90'lar başıydı. Bilim Teknik dergisinde böyle bir icadın yapıldığını, ilk denemelerin gerçekleştiğini, gelecekte herkesin bu aletlerden kullanmaya başlayacağını, her eve ve işyerine gireceğini söylüyordu. Teknolojiye ilgi duyan hocalarımız anlatıyordu, bu konuda yazan yazarlar da az değildi:  "Nasıl ki hesap makineleri hayatı kolaylaştırdı, anında kaç basamakla kaç basamağı DOĞRU çarpıp sonucu veriyor; bu bilgisayarın gelişi de iş hayatında çığır açacak, yaygınlaşmasıyla çalışma saatleri azalacak; insanlar kendilerine, kişisel gelişimlerine, ailelerine, sevdiklerine, hayvanlara ve dahi doğaya daha çok zaman ayırabilecekler"di.
İddia buydu.


Çıktığımız yer ise, dünya tarihinde Mısır'da kölelerin bile çalışmadığı kadar uzun saatler çalışmak oldu. Üstelik bunu artık kırbaçsız yapıyoruz,  böylelikle "aydınlanmış" oluyoruz.
Demek isterim ki artık insanlar Mısır'daki köleler gibi oldu. Sadece kamçı ve prangaların yerini kredi kartları aldı, ve cebinde akıllı telefonu olan kendini özgür sanır oldu.

"Göz görmek, ayak yürümek, dişler çiğnemek ve her şeyden önce beyin çalışmak suretiyle en iyi haline ulaşır.  Atalet bize hâkim olmuş. İki yüz metrelik bir mesafeye bile vasıta ile gidiyor,  ikinci üçüncü kata asansörle çıkıyoruz.  Aklen, fikren, bedenen ve kişilik olarak geriliyoruz"  demiş Facebook'ta bir arkadaşım.  (Cuma Özüsan)

Teknoloji ve Bilimin gelişme hızıyla aşırı orantısız bir ruhi gelişim yaşanmakta. Ve bu durum "Hiroşima" gibi bir örnekte görüldüğü gibi, insanlık için çok daha büyük tehlikeler yaratıyor.

Görüyoruz ki imanın görüntüsünü verenler ruhuna sahip değil. Maneviyattan söz edenler, sadece para etrafında dönen bir hayat tarzı oluşumunu ülkede hızlandırdı.


(Geçen hafta Nüfus Müdürlüğü'nde bir işim vardı. İçeri girince baktım memurlarda ne kravat, ne düzgün kıyafet. İçerisi klimalı ortam olmasına rağmen, benim konuştuğum memur neredeyse göğsüne kadar gömleğini açmıştı. Ütüsüz gömlek ve kravatsız kombin olduğunu söylemeye zaten gerek yok. Fakat ne kadar ilginçse, mesela ülkede kasiyerlerin, reyon elemanlarının (çoğu şirketin şartıdır) siyah kot, siyah pantolon ve siyah ayakkabı şartı var. Öğretmenler, memurlar kafasına göre takılırken; sivil halka ve özel sektöre suyun her alanda durmadan sıkıldığı acayip bir düzen oluştu. Belki bir ara bunu daha ayrıntılı konuşuruz.)

15 Mayıs 2021 Cumartesi

 Bir dizi nasıl el birliğiyle batırıldı?


Nihayet bitti.
Sefirin Kızı,  Türk televizyonlarında son 20 yılın en özgün işlerinden biri olabilecekken;  değil "vasat" olmayı,  Kanal 7 filan da dahil tüm ulusal kanallar arasında haftalardır neredeyse en az izlenen Türk dizisi olarak kapanışını yaptı. Modern zamanlarda bir destan anlatısı olarak başlayıp,  2. sezon ortasında  benim kısaca  "KISS KISS story"  dediğim berbat bir pembe dizi  haline dönüştü.  (Güldürmeyen cinsten komedi de diyebiliriz.)
Eşi benzeri az görülebilecek bir çöküştü doğrusu.

Sonuçta Türk dizi tarihinde belki tek,  dünyada ise ender rastlanabilecek derecede  "saçma ve daldan dala"  bir senaryo izledik. O kadar ki gerçekten ismiyle hiç alakası olmayan  (adı "Sefirin Kızı" ama içinde sefirin kızı yok!),  dahası kendi hikayesiyle her bölüm kavga eden tek dizi oldu.

Çeşitli çıkar ve EGO çatışmaları nedeniyle bazı kişiler her tür başarısızlıktan dolayı Ocak ayında ayrılan Neslihan Atagül'ü sorumlu tutsa da;  ayrılışından sonra sert çöken reytinglerin asıl sorumlusu  "adeta yok hükmündeki  SENARYO",  ardından da oyunculuğu ile göz kanatan kişilerdi maalesef.  Buna bir de sosyal medyadaki fan gruplarının adeta herkese saldırması, dizideki bariz çöküşü dile getiren izleyicilere karşı başlattıkları hakaret ve linç dalgası eklenince seyirci daha da tepki koydu.


Çok merak ediyorum,  acaba orijinal yazarlar  (Ayşe Ferda Eryılmaz,  Nehir Erdem)  ne kadar büyük bir fırsatı kaçırdıklarının farkında mı?
Hatalı Gediz yazımı, "yastık bebek"te ısrar ve aynı bölümde hep birlikte sert dönen yan karakterler derken;  Menekşe ve Gediz'e bir türlü uygun bir hikaye yazamayınca onların uğruna NarSan'ı zedeleme sonucu düşen reytinglerle, sonunda 34. bölümde senaryo ekibinden tamamen çıktılar.  Acaba Türkiye'de ve dünyada ne kadar çok izleyicinin kendilerine karşı hem şükran hem kırgınlık taşıdığını biliyorlar mı?  Onca emek vererek,  kaç zaman ön hazırlıkla yarattıkları eserin üç haftada kasten yıkıldığını,  hem karalanıp / alaya alınıp,  hem de eski hikayeden sürekli kopyala-yapıştır yapıldığını gördüklerinde ne hissediyorlar?

Bu soruların cevaplarını hiç bilemeyeceğiz,  ama  Eylem Canpolat  ismini özellikle hiç unutmayacağız.  Anladık ki bazı senaristler "senarist",  bazı oyuncular "oyuncu",  bazı yöneticiler de "yönetici" değilmiş.

Eskisi ve yenisiyle kadın yazarlar,  yöneticisi bir kadın olan yapım şirketi,  kendi çiftimi sevdireceğim diye tacize uğramış bir karakter (Nare)  ve oyuncusuna (Neslihan Atagül) sürekli hakaret-iftira eden  (çoğu kadın olan)  takıntılı fan kitlesi ile baştan sona unutulmaz bir "kadına saygı"  ve  "insanlık gösterisi"  izledik.

Kumar bağımlılığı uğruna kızını adeta satmış ve torununu kaçıran bir adamı tümörle aklama,  akıl hastanesinden çıkmış eski eşini yeni eşiyle ziyarete gidip balayına çıkan uçmuş bir adam,  kopyala-yapıştır bir hikayede önceki oyuncu ile birebir aynı sahneleri kabul eden bir kadın oyuncu...  Duydum ki bunlar da varmış.

(Neslihan Atagül'ün ayrılışı ile diziyi bırakanlar en doğrusunu yapmış doğrusu.  Ben de iyi ki 27. bölümden sonra bırakmışım.  YouTube'daki kısa bölüm videoları bile çekilir gibi değildi.)



_Tecavüze uğradı.
_Bakire çıkmadığı için Sancar tarafından kulübeden atıldı.
_İntihara teşebbüs etti ölmedi.
_Yıllar sonra kızını Sancar'a teslim etmek için geldiği konaktan, gecenin bir yarısı kızıyla birlikte Sancar tarafından yaka paça dışarı atıldı.
_Sancar'ın annesinin azmettirmesi ile darp edildi, tecavüzden kıl payı kurtuldu.
_Sancar için kurşun yedi yaralandı.
_Babası tarafından şantaj yapılarak zorla sevmediği bir adamla evlendirildi.
_Yeni senaristler, zorla evlendirildiği nikahın fotoğrafının olduğu gazete sayfası ile pencere sildirdi.
_Kapanış.
(HandeDenizUs - Twitter)


Birkaç tane de ben ekleyeyim listeye:
Doğru olmadığı halde sürekli yüzüne  "Metres Nare!"  dendi,  hem de Sancar'ın dahi önünde defalarca.  Sevdiği adam tüm bunlara hep sessiz kaldı.  Erkek evlada hamile diye,  kızını öldürmeye çalışan Menekşe bile affedildi. Dizideki onca karakter sürekli dönerken, başından beri aslında en çok aynı kalabilmiş karakter olarak hep onun "dengesizliği" konuşuldu.  Çok saygın bir babanın hiç sevilmemiş ve sahip çıkılmamış (ruhen gariban) evladıydı.  Akıl hastanesinde doğurduğu kızı bile son mektubunu okumamış bir karakter, o derece.


Böyle bir kadını kurban etme, mağdur etme, ahlaklı özgür kadını ezme/karalama üzerine kurulu ağır dramatik bir senaryo var karşımızda. En çok yurt dışı satışı yapılmış dizilerden biri olarak, yabancı milletlerden kişilerin bile dediği gibi;  Nare rolunü muhteşem bir şekilde canlandırıp adeta ete kemiğe büründüren oyuncu Neslihan Atagül'ün hasta olması, Twitter ve sosyal medyaki bir avuç takıntılı EnTU fanı ve yine EGO takıntıları olan bir avuç hesaptan başka kimseyi şaşırtmıyor. Düşünün ki Türkçe'den diğer dillere eksik tercüme, veya yabancı dilde tam karşılığı olmayan bazı kilit kavramlara rağmen, geleneklerimizi ve törelerimizi bilmemelerine rağmen; onlar bile bunları görüp dile getirebiliyor;  ne var ki bizim ülkede sosyal medyada en başta seçilen hatalı  influencer'lar / fenomenler  nedeniyle senaryo ve senarist eleştirisi yapmak asla mümkün olmadığından;  diziyle ilgili her reyting kaybından, her hatalı hikaye edişten, her yanlış kurgudan  (her nasılsa!)  hep Neslihan Atagül sorumlu tutuluyor. Zaten zannedersem bütün bir Sefirin Kızı projesi Nare'yi karalamak ve Neslihan Atagül'e saldırmak için yapılmış gibi. Özellikle eski menajeriyle yollarını ayırdıktan sonra medyada ve Twitter'da artan saçma sapan karalama amaçlı haberlerin ulaştığı boyutlar insanı şaşırtacak cinsten.


Gelelim özel olarak  "yeni hikaye"ye:

(Senaryo yazarlığı kulüplerine filan gidenler varsa,  "nasıl hikaye yazılmaz?"  dersi alabilirler bu diziden.  Bu fırsatı kaçırmayın bence.)

Başından beri izlediğimiz bütün hikaye, geride kalan tüm karakterlerle beraber,  sırf  BLUE (Mavi) karakterini diziye çok hızlı bir şekilde sokmak için  fazlasıyla zedelendi veya yok edildi. Korkunçtu! Neredeyse tüm bölümler  (38-52)  kelimenin tam anlamıyla  "BLUE'yu yağlamak ve parlatmak" üzerine kuruluydu.  Yapay, sıkıcı ve geçmiş bölümlerden kopyalarla dolu bir "yeni hikaye" idi.  Ve izlenme oranları açısından büyük hayal kırıklığı yaşattı.

Görür görmez aşık olunup onsuz yapılamayan yeni kadının adı  "Mavi"  diye  tüm çekim mekanlarında BLUE perde, BLUE yastık, BLUE tablo, çocuk-büyük ayırt etmeden BLUE elbise, BLUE kazak... Tam bir aşırı doz subliminal mesaj sağanağı yaşadık, Mavi rengine ziyadesiyle doyduk!  Ayrıca yeni gelen aktrisin oyunculuk becerisi de bir hayli tartışmalara neden oldu.

Öyle bir kişi düşünün ki rutin Instagram videolarındaki oyunculuğu dizidekinden çok daha iyi ve özenli olsun. Üstüne de eşi benzeri görülmemiş bir medya ve PR desteği ekleyin. Anladığım kadarıyla ağlayamayan, acı çekemeyen, en trajik sahnelerde duygu geçiremeyen, oldukça kısık sesle konuşan ve bu nedenle bazı sahnelerde ne dediği anlaşılamayan garip durumlar izleyicileri oldukça şoke etmiş ki,  (üstelik fanların seri hakaretlerine rağmen)   pek çok video altı yorumda defalarca dile getirilmiş.

Tüm bunların yaşanacağını daha önceki yazımda tahmin etmiştim hatırlarsanız.

Eylem Canpolat  Ocak ayında verdiği bir söyleşide hayallerindeki çifti yazmak için diziye geldiğini,  derin ve özel bir hikaye olacağını söylediğinde  (ne dese tersi çıkan birisi)  "FAST LOVE  yazacağını,  Neslihan Atagül diziden ayrıldıktan hemen sonra anında yıldırım aşkı yazıp projeyi hızla batıracağını"  anladığım için  21 Ocak 2021'de  Sefirin Kızı - VEDA  notlarını yazmıştım.  Öngörülerimin neredeyse tamamı doğru çıktı.

Özellikle Nare-Sancar aşkına yuva olmuş,  dizide kritik bir mekan olan  kulübede  bu aşkı başlatması,  zaten büyük bir midesizlik ve rezaletin dibi idi.  Sancar'ın güya kızı Melek için tekrar aynı yerde yaptığı kulübe yeni kadının mekanı oldu.  (Mavi panjurlu,  mavi kapılı olduğunu not etmeme gerek yok herhalde?)

Muğla'nın belki de en zengin adamı olarak portresi çizilen Sancar'ın bütün kadınları ile aynı kulübede aşk yaşamasına gerek yoktu. Yeni senaryo ve yeni aşk yazımı için illaki geçmişin ve Nare'nin karalanmasına gerek yoktu.  Sancar, Melek, Kavruk, Elvan hepsinin karakter olarak altının boşaltılmasına gerek yoktu. Ama dediğim gibi, bunlar zaten SK'ya katkı sağlamaya değil;  NarSan'ı yıkmaya;  Eylem'in yarattığı EnTu çiftini  Engin Akyürek'in en favori çifti yapmaya  ve adeta  KPA-2  yazmaya gelmişler.

Yeni aşkı ısrarla kulübeden başlatması ve parmağında evlilik yüzüğü olan bir kadınla ertesi gün aynı yatakta uyandırma gibi Sancar karakterine ters hareketler zaten yazarın iyi niyetle gelmediğini net olarak ortaya koydu.  "Kulübesiz" ve "Gece'siz" de yazılabilirdi yeni hikaye. Ancak bunlar seyirciye saygısızlıkta çığır açmakta geri kalmadılar. Harley Quinn  ile Twitter'da kadın duyarı kasmaca ile başlayıp,  yeni kadınla beraber eski kadını ziyaret ile bitirdiler. Asla hiçbir uyarıyı dikkate almadılar ve seyircinin sinir uçlarına ısrarla bastılar.

Özetle, yeni yazar ekibi 3 bölümde diziyi kasten batırdı: 35, 36, 37. Özellikle Eylem Canpolat'ın 38. bölümden sonra derhal uzaklaştırılması gerekirdi ki bu konuda farkındalık yaratmak adına Twitter'da çağrı yapmıştım o zaman, ancak Engin Akyürek fanları delirmiş gibi tepkiler verdi. İlk defa bir dizide bir fan grubunun  "dizi yeter ki devam etsin" diye  kendi şöhretine ait karakterin göçertilmesine destek verişine şahit olduk.  Tuhaf bir deneyimdi.

Çocukça hareketler, EGO çatışmaları, ve meydanı boş bulan insanların "fanlık" bayrağı arkasında ona buna kontrolsüzce saldırıp iftira attığı;  her salı günü reytingler açıklandığında  (ayrılışının üzerinden dört ay geçtikten sonra dahi)   Neslihan Atagül'e saldıran,  (Hivda Zizan Alp/Elvan,  Esra Kızıldoğan/Müge dahi  Neslihan Atagül ile ilgili olumlu paylaşımlar yaptılar diye karalamaya maruz kaldı)  ama asla ve asla ne "yazamayan" ne de "oynayamayan"a tek laf etmeyen fanları ile,  dünyada kendi hikayesi ile durmadan kavga ederek sonuna ulaşan, Türk televizyonlarının en az izlenen dizilerinden biri olarak noktalandı.  İzleyenlerin çoğu da Elvan-Bora (ElBor) ve bir dönem Dudu ne yapacak diye izledi. Yani yan karakterler asıl çiftin çok daha önüne geçti.

Bu arada EnTu fanlarının senariste ısrarla  "KISS de KISS,  halvet de halvet!  Daha çok öpüşme ve yatak sahnesi isteriz!"  diye yalvarışlarına tanık olduk.  Artık EnTu fanlarına özel yazılan bir dizi olduğundan,  Türk dizi tarihinde tek bölümde en çok öpüşme yazılmış dizi dahi oldu.
Aşağıda EnTU ve Tuba fanlarına ait birkaç paylaşımın görselini sunuyorum.



Yani anlaşılacağı üzre,  en baştan beri diziyi izlemekte olan bir kişinin yeni hikayeyi izleyip sevebilmesi için mantık ve beynini iptal ettirmesi,  hafızasını da bulanıklaştırması gerekmekte.

9 yıl sevdiği kadını  (hem de onu aldattığını düşünmesine rağmen)  beklemiş Sancar,  Nare'nin düğün gecesinde geri dönüp 34 bölümde birlikte yaşadıkları  "uçurumdan atlamak" dahil  onca olaydan sonra gördüğü ilk kadına aşık olup uçkur derdine düşmüş ve cerrahi operasyonla karakteri alınmış basit bir adama dönüşmüş...  Mistik bir tarafı da olan,  derinleri görebilen Kavruk çöpçatan bir yavşak olmuş...

Düşünün ki kendi öz amcasına hitabederken dahi "amca" değil "Yahya",  halasına kendi adıyla "Zehra" demek gibi bizim kültürümüzde  (benim arzu ettiğim ama maalesef hoş görülmeyen)  bir tarzı olan Melek bile Mavişi görür görmez iki-üç bölümde kadına  "anne"  diyor!  Dizideki neredeyse herkes gibi o da  BLUE ile  (izleyiciye hiç bir duygu geçirmeyen)  yapay bir ilişki geliştirerek,  kendisini çok derin seven öz annesi Nare'yi siliyor. Zaten bütün hikaye BLUE'yu parlatmak ve ne harika bir kadın olduğunu anlatmak üzerine kurulu.  Dokunduğunu iyileştiren bir BLUE görmekteyiz adeta!   (KÜLT?)


Bu dizide altın yumurtlayan tavuğu kesen yönetimse adeta "nasıl iş yapılmaz?" dersi verdi.  Özellikle dünyanın dört bir yanındaki yabancı izleyicilerinin yorumlarını okursanız;  onları ilk etkileyen şeyin dizinin jeneriği,  otantik ve yöresel müzikler olduğunu;  sonra da başrollerdeki Neslihan Atagül ve Engin Akyürek arasındaki muhteşem uyumun onları içine çektiğini,  Meleğin bizim gibi onları da çok etkilediğini görürsünüz.  Bu yapım şirketi ise,  ne bu uyumları kullanabildi ne de kıymet bildi.  Jenerik ve özgün müzikleri yapan-seçen Gökhan Kırdar'dan sonra Neslihan Atagül'ü de harcayarak,  vasat bile olmayan bir senaryo ve olmayan bir uyuma yelken açmayı tercih etti.  Gediz'i oynayan Uraz Kaygılaroğlu'nu parlatma adına çıktıkları yolda sonunda Gediz'i saçma sapan bir sonla öldürdüler ve dizide çirkin bir şekilde  (fotoğafıyla cam sildirerek)  veda ettiler. Sonrasında ise dizi adeta  BLUE dizisi  haline dönüştü ki resmi kanaldaki jenerikler, foto ve video paylaşımlarının çoğunun BLUE ile kapaklandığını zaten tek bir tıkla görebilirsiniz.  Takdiri seyirciler izlenme oranları (reytingler)  ve türlü tepkilerle zaten verdi.


Son olaraksa şu notu düşeyim,  bu bütün Türk dizileri için geçerli:
Eğer oyuncuların Instagram paylaşımları,  işin kendisinden daha çok konuşulmaya başlanmışsa,  o zaman o dizi için de,  Türk sinema-tv sektörü için de zarar-ziyan başlamış demektir.

(Tuba Büyüküstün, senarist arkadaşı Eylem Canpolat ile birlikte)