21 Aralık 2019 Cumartesi

 Ruh Halim


AİLE:  "Aile gibi" ise iyi; aile adı altında "baskı, tahakküm, (fiziksel ve/veya psikolojik) şiddet, çocukların kaderini tayin hakkını kendinde gören ulvi şey"  filan gibiyse ömür törpüsü.

"Sevgi ve saygı" yoksa zaten taşınması absürd büyük bir yük.  Yıllar önce  EVLİLİK  başlığında yazmıştım: "Evlilik ve Aile, sanki bir  hayal kırıklığı jeneratörü."


8 Aralık 2019 Pazar

 Yemin Kültü


Bugün size sanal ortamda yaşadığım gerçek bir olayı anlatayım mı?

Daha önce bunu blogumda da yazmıştım: Bir dönem yoğun olarak online strateji oyunları oynuyordum,  en çok da  Travian...

Bir gün bizim birliğin yöneticisi geldi,  "Düşman bir birliğe savaş açıyoruz, herkes saldıracak! Ama öncesinde herkes görüntülü-sesli olarak yapılan online toplantıda  Allah-Kuran-vatan-namus-... üzerine yemin edecek!"  dedi.  Ben de dedim ki savaş ve saldırılarda ne gerekiyorsa yaparım;  ama yemin etmem,  ant içmem.

O gün yediğim küfür ve ayar bir yana,  beni birlikten atıp oyunda saldırı çıktıkları yetmedi;  gerçek hayatta da bulup iş yerimdeki yöneticimle görüşmüş bu manyaklardan biri,  yani gazını alamamış...

(Bu arada kendileri, tırnak içinde bütün yazdığım sıradan başlayarak, noktalı yerlere  ana-baba-bayrak-sülâle-eşler-evlâtlar-ölmüşler  ve daha nicesini de dahil ederek  tüm grup önünde yemin etmelerine rağmen;  ertesi gün barış yaptılar o birlikle.  Hatta bizim başkan kanki oldu oradaki kadın yöneticiyle...  Ama ben yemin etmedim diye senelerce sürdü bu gerçek hayata da taşan  "yemin etmeme"  konulu kan davası mevzuu.)

Şimdi bu sanaldaki olay.  Gerçek hayatta bizzat yaşadıklarımı ve şahit olduklarımı yazsam, inanamazsınız.  Bu toplumda insan olma ayarı ile ilgili bir sorun var.  Allah'ı yalnız camide hatırlayan bir toplum yazımda da aslen buna değinmiştim.  Yeri gelmişken ANDIMIZ yazısında da bakılabilir.


«Eski zaman adamlarına: "Yalan yere yemin etmeyeceksin, ve andlarını Rabbe ödeyeceksin," denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Hiç and etmeyin;  ne gök üzerine, çünkü o Allahın tahtıdır; ne yer üzerine, ...,  ne de kendi başın üzerine, ...

Ancak sözünüz:  Evet,  evet;  Hayır,  hayır,  olsun. (Evet'iniz evet,  Hayır'ınız hayır olsun.)
Bunlardan ziyadesi şerirdendir.»     (Matta 5:33-37)


13 Kasım 2019 Çarşamba

 Fareler ve İnsanlar  -  Kitap


Fareler ve İnsanlar  (Of Mice and Men), John Steinbeck'in ünlü romanı. 1929 Büyük Buhran (Dünya ekonomik bunalımı) döneminde Batı Amerika arkaplanında bir arkadaşlık ve dostluk hikayesi.  Kitap sohbet formunda akıyor ve cümleler gündelik dil üzerine kurulu. Geçen ay okuduğum bu eseri konu etmek istedim bugün.

Aslında fazla roman okuyabilen biri değilimdir, herhalde bir-iki sayfa okur bırakırım diye düşünüyordum ki kitabın iki günde yarısına geldim. (Yoğun ve bol aktivite içerisinde olduğum bir zamana denk gelmesine rağmen iki günde bu hız benim için rekor gibi.)  Çok akıcı bir dili var ve içinde ağdalı aşk konusu anlatmaması,  gerçekçi üslubu  beni sardı açıkçası.

Sanki bağımlı kişilik bozukluğuna sahip iki arkadaş anlatılıyor romanda.  İkisi dış görünüş olarak da  yapı olarak da çok farklı, hatta zıt özelliklerde;  ama birbirlerine bağımlı... Yaşama birbirlerine tutunarak katlanıyor ve bu sayede ayakta kalıyor gibiler.  Yalnızlıkla savaşta birbirlerinden güç alıyorlar. Özellikle iri cüsseli  Lennie  hakkındaki bölümler, bu tarz zeka geriliğine sahip insanların hayatlarını anlama fırsatı da sunuyor.  Aslında sevmek için yaptığı şeyler zarara neden oluyor ve acı çekiyor.  Her canlının sevgiye ve adalete ihtiyaç duyduğunu görüyoruz.
         Çok övülen aklın ve akıl çokluğunun dahi insanın başını göğe erdirmediğini şahsında örnekleyen George; aklı kıt dev Lennie; kendisine doğrudan söylenenlerden daha fazlasını kulağı duyan Slim; hor görülmüş mazlumların her zaman zararsız duyarlı insanlar olmadığını kanıtlayan aşırı yalnız Crooks  (zenci seyis);  tam bir güç delisi ve gücü yettiğine dalan karakter fukarası  "patron çocuğu"  Curley;  yaşlılığı, yalnızlığı ve mutsuzluğu aynı bedende taşıyıp artık ölümünü beklemeye başlayan kimsesiz temizlikçi  Candy...


"Bakalım olaylar nasıl gelişecek?"  diye merakla sonuna kadar gittim. Çok etkilendim açıkçası.  Hikayedeki neredeyse herkesin ortak noktası "yalnızlık"  (ve çaresizlik)  olan bir eser. Bir tek iki arkadaş oyunu  "ha bozdu ha bozacak"  gibiydiler ki...  :(



Crooks: «Kimsesi yoksa delirir insan. Kim olduğu makamı konumu hiç önemli değil, yeter ki yanında olsun biri. Değer vermezse de önemli değil, yanında ya!... İnan bana, insan çok uzun süre yalnız kaldı mı hastalanır,  yalnızlıktan hastalanır.»


Bence: Hikayede tüm insanlığın başının dikine gitmesi ve Tanrı'nın iradesini reddetmesi sonucu, genç olsun yaşlı olsun, akıllı veya aptal olsun; herkesin hayatının acı, hastalık, yalnızlık, ölüm ve trajedi ile dolu oluşu anlatılıyor. İnsanların düşünceleri ve meyledişleri kötü bir kere. Ve herkes gücünün yettiğine zulüm ediyor. (Bu anlamda hikayedeki en kötü karakter, kadının kocası, patronun oğlu Curley olabilir. Çalışanlara zayıf-güçlü dalıyor, nasılsa onlar işçi... Bir tek arabacı Slim'e diş geçiremiyor, bir de aklı kıt dev çocuğa... George konusunda  "Yorumsuz"  demekle geçiyorum.)  Curley'nin karısı dersen; o da aklının dikine gidiyor, kendini çok zeki görüyor. Genç-yaşlı insanların uyarılarına kulak asmıyor, ünlü olma hayalleri ile yanıp tutuşuyor. Zenci ile yaptığı konuşmalar başta olmak üzere, kadın da aslında Tanrı'dan çok güç ve paraya tapıyor. Mutluluğu bunlarda arıyor.

Yani demem o ki, hikayenin sonu farklı olabilirdi gerçekten, "kader" denen çemberi kırabilirlerdi;  eğer alçakgönüllü ve Rabbe itaat eder olsalardı. Ama hepsi kendi kafasına göre gitti.  En aptal olan ile,  en zayıf ve en güçsüz olanlar ilk elendi.  Geriye kalan dünya akıllıya da yâr olmadı.
Ayrıca para ve geçim sıkıntısının insanlık için nasıl bir ortak yara,  âdeta  özgürlüğümüze gem oluşu da  anatema  eserde.
Bir maddi beden içine hapsolmuş varlıklar olarak, ruhumuz ayrı yöne bedenimiz ayrı yöne gidiyor adeta. Ümitlerimiz ve hayallerimiz o kadar paramparça oluyor ki, (acısını kendimizden çıkarıp)  kendi kendimize duyarsızlaşıp duygusuzlaşıyoruz.  Ve kaçınılmaz olarak çürüyoruz.


George: «Orada mutlu bir hayatımız olur. Oraya ait hissedebiliriz kendimizi...  Hayır efendim! Artık bizim hayatımız böyle olmayacak. Kendimizi bir parçası gibi görebileceğimiz güzel bir toprağımız olacak... Ve işte o toprak bizim toprağımız olacak. Kimse kovamayacak oradan bizi.»
...
«Ta en başından beri biliyordum bu hayalin gerçek olmayacağını... O kadar çok anlattırdı ki, ben de belki, bir gün gerçekleştiririz belki diye umut etmeye başladım.»



Evet, benim yazım burada bitiyor. Ancak İngilizce eserleri genellikle anadilinde okumayı tercih eden biri olarak, kitabın kısaltılmış ve kıt-küt çevirisindense, bileğim kalınlığındaki orijinalinden de okuyacağım. Doğrusu 1937'de basılmış bu eseriyle John Steinbeck benim için  Jack London  ve  Louisa May Alcott'tan sonra  Amerikan edebiyatında etkilendiğim bir diğer ünlü yazar oldu.

(Sanırım yazdıklarımdan klasik tarzı sevdiğim açığa çıkmıştır. Ayrıca söylemeden geçmeyeyim, bazı ergenlerin sandığı gibi kitabın fareler  ile ilgisi yok.  Ve son söz, büyük spoiler:  "Saplantılar öldürür.")


14 Ekim 2019 Pazartesi

«SAVAŞA HAYIR  ve  BARIŞ olsun»  (mu acaba?)

Türkiye ilginç bir ülke.  9 Ekim 2019'da başlayan Barış Pınarı Harekatı  ile kafa karışıklıkları yine ortaya serildi, tahmin edersiniz ki her kafadan ayrı ses çıkıyor yine.  Bazıları diyor ki  "Acem ne derse Türk tam tersini yapmalı." Başkaları: "Dinciler ne derse tersini yapmalı!",  "Batı ne dersi tersi!"...  (Örnekler çoğaltılabilir.)

Yahu senin pusulan neden başkaları oluyor, ne yapmayacağına onlar karar veriyor??  Yani demem o ki, ben hükümeti ve ülke içi siyaseti hiç beğenmiyorum ancak buradan bir çıkış da göremiyorum.
Malum zat çıkıp  "2 kere 2 dört eder" dese; "Peki bu kime yarayacak ona göre tarafımızı alalım" diyen bir kitle var. Gerçekten inanılmaz. Yobazlığı, gericiliği ve mikrobu sadece din eksenli gören bir kitle mevcut. Son yıllarda bunlara bir de RTE-nefretini obsesyon boyutuna ulaştırmışlar eklendi. Ülke yansa zil takıp oynayacak raddeye kadar geldiler.

Bir başka ve asıl önemli konu da şu:  BARIŞ.
Gerçekten  "Savaşa Hayır!"  ise eğer.... O zaman barışın o kadar boş beleş bir iş olmadığının da bilincinde olmak gerek. Savaş boş beleş ve zahmetsiz mi ki barış öyle olsun? Yap yap yap, sonra  "BARIŞ HEMEN ŞİMDİ!"   Böyle bir utanmazlık haline girdi insanlar.

Barış isteyen, nifak tohumlarının karşısında durur. Yalan haberle kışkırtmaya ve insanları sokağa dökmeye karşı olur. Seküler diye etnikçiliğe ve bölücülüğe alkış tutmaz, hendeklere sessiz kalmaz, insanları savaşa sürmeye kalkmaz... "Haydi Kürt çocuğu, gerekeni yap  yoksa asimilesindir"  diyenlere karşı durur;  zaten çocukları ve gençleri en öne sürmez. Kendisi korunaklı evlerde, kendi hayatları çok değerli iken, siyasi olarak çok bilenmiş gençleri fişteklemez. Zehirli tarih anlatılarını reddeder.  Milliyetçiliği ve ırkçılığı teşvik etmez.  ISIL / IŞİD'i ve avanesini besleyen kanallara karşı durur. Mikrobun ana kaynağını görmezden gelme yapmaz... Patlayan bombalar sonrası  "Siz bunu hak ettiniz!" demez, kendisi günahkâr ve ölümlü olan insanın başkasına böyle üstten bakması ve terör estirmesine sessiz kalmaz. Çevrecilik konusuna hassasmış gibi sosyal medyada tiradlar atıp orman yakanları görmezden gelme yapmaz;  ormana ev yapanları, yakanları (ayırt etmeden) kınar; sürekli bir tarafa karşı üç maymun olmaz.  Teröristler için "Yere izmarit bile atmayan iyi çocuklar bunlar"  demez...  Gerektiğinde ülkesinde barışın korunması için elini taşın altına koymasını da bilir. Faturayı en zayıf halkaya kesmez.


"Kafalar karışık" dediğimiz hallerin bazısı ülkemizdeki "maskeli balo"nun bir çıktısı... Coğrafyamızda maske maske üstüne adeta! Ve kritik anlarda ola da o maskeler düştüğünde, altından çok farklı şeyler çıkabiliyor. Milliyetçilik ve ırkçılık karşıtı olduğunu söyleyenler, en âlâ etnikçi ve koyu milliyetçi çıkabiliyor. Ben sosyal medyada "barış barış" diyen nice hesapların, insanlarımız bombalı saldırılarda öldürüldüğünde, polislere ateş açıldığında, ormanlar yakıldığında coşkuyla kutladığını görüyorum.  Ona buna "faşist" diyenler, kendileri en ufak bir eleştiriye tahammül etmeyebiliyor. Kürtleri en çok kızıştıranlar Kürt olmayabiliyor (hatta genelde olmuyor). Ermeniler derseniz aralarında derin bir kin besleyen, dış güçlerle göbek bağı içerisinde ve her yolu mübah görenler şu anda delirmiş gibiler... İşte daha birkaç hafta önce gördük, Süryani klisesi açılışı yapılıyor, Süryanilere "Akıllı olun, bu oyunlara kanmayın!" diye ayar çeken parmak sallayan ırkçı Yunanlı mı istersin... (Süryani klisesine ait bahçeler ateşe verildi.)  Hepsi ve daha fazlası burada!
(Bunları daha önce  Maskeli İnsanlar  yazımda da söylemiştim.)

Bu maskeli, adeta birbiri arasına gizlenmiş düşmanlık ve nefret tohumları dolu kişilere ek olarak maalesef bir de çok duyarsız ve hazcı bir kitle var. Geçenlerde bunu bir paylaşım altına da yazmıştım; genellikle "çağdaş, laik, Atatürkçü" diye kendini tanımlayan bu kişiler, asla meselelere samimi veya derin bir gözle bakmıyor; resme ve destekledikleri parti önderlerine bakıp ilk intiba ile kati görüşünü belirliyor. Asla karşı görüşleri okumuyor,  ya da kaale almıyorlar. Çünkü "her şeyi yalnız ben bilirim" gibi bir kibirleri var;  iletişime kapalılar,  kestirip atıyorlar.

Velhasıl kavramları karıştırıp dejenere ediyorlar ki fitne-fesat ortamı asla kurumasın, aksine kökleştikçe kökleşsin. Maalesef ülkemizde «Savaşa Hayır! Barış olsun» diyenler;  her tür fitne-fesat, ayrımcılık ve nefret tohumuna sessiz kalıp, hatta bizzat ötekileştirmeyi-düşmanlaştırmayı yapıp, teröre gizli destek verip, sonra mücadele başladığında  (YANDIK!)  AMMAN DERHAL BARIŞ!!  diyenler olduğu için;  barış istemek ve savaş karşıtlığı da kirlendi. Aynı geçmişte "insan hakları" ve "çevrecilik" örneklerinde olduğu gibi. Zannetmiyorum ki hiçbir akıllı ve vicdanlı insan, doğa ve çevre katliamını kınamaya karşı olsun.  Ama "çevreci" diye öne sürülen baş aktörlere bakıyorsun asıl ajandası farklı... "İnsan hakları"  diyenlerse sadece devlet şiddetini görüyor nedense.  Örgütlerin uyguladığı türlü şiddete karşı sürekli kör ve sağırlar.  işte yalanlar böyle böyle insanlar arasındaki fitilleri döşüyor.
(Böl,  parçala,  yönet!")


Son olarak şunu da not düşleyim:  Ben solculuğun ve esasen Marksizm'in beyine sızan bir virüs olduğundan, bir çeşit hastalık hali olduğundan şüpheleniyorum artık. Tabii bunu söylediğim için yer yer dışlanmalar, yok saymalar da yaşıyorum; ancak yıllardır gözlemlerimden çıkardığım da budur.  Sonradan saf değiştirip  "eski solculuk"tan liberalizme, demokrat kişiliğe dümen kırmışlarda dahi zamanında o hasta kafa yapısı sirayet ettiğinden;  o kavgacı üslup, o gerginleştirici, kutuplaştırıcı,  "krizler-kargaşalar-kalkışmalar artarsa DEVRİM gelir ve düzen daha rahat kurulur" kafası gitmiyor.  Stockholm Sendromu'na yakalanmışlar gibi,  kendilerine zulüm edenlere ve canlarına kast edenlere hizmet eder noktaya gelmeleri beni çok şaşırtıyor.  Sadece kendisi ile manevi anlamda büyük savaş vermiş, savaşı sonlandırmış ve bir anlamda tövbe etmiş olanlar sıyrılabiliyor bu hastalıktan. Onda da her "savaştım"  ve her "kurtuldum/değiştim" diyen kurtulmuş değil.  Ve ne hikmetse, Kürtleri ağzından düşürmeyen bu devrimciler esasen Kürtlerden zerre haz etmiyor. Hendekler zamanında Twitter'da yazılanlara bir denk gelseydiniz, kim bilir bunları nasıl ele alırdınız? Bu kişilere göre, özellikle Kürt gencinin esas görevi hendeklerde çukurlarda isyan ederek ölmektir, ki onların bekledikleri yeni dünya şafaktan doğsun. O özlenen zamana kadar kendileri de Nişantaşı'nda değilse bile, sosyal çevrelerinde, mekanlarında, mahallelerinde kariyercilik, toplum mühendisliği filan yapmaya devam eder; eksik veya çarpıtılmış tarih anlayışı ile bu coğrafyadaki uluslar ve farklı diller arasına nifak tohumları ekmeye devam ederler.

*

29 Eylül 2019 Pazar

  İstanbul İzlenimlerim   (ve kısa notlar)

Geçtiğimiz hafta boyu İstanbul'daydım. Yağmurlu geçen 1 gün hariç, hava Eylül'e göre oldukça güzel ve ılıktı. Fırsattan istifade bu kez benim normallerime göre olabildiğince yoğun bir gezi programı ile şehrin daha önce keşfetmediğim tarihi yerlerini gezdim.

İstanbul'da dışarıdan gelen birinin afallayacağı  "kırk çeşit millet, yüksek nem ve çekilmez trafik problemi"  yine baş rollerdeydi. Düzenli olarak burada yaşayan insanlar, git gide patlamak için hazır bekleyen saatli bombaya dönüşüyor adeta, kadın-erkek fark etmiyor. Çağın, zamanın ve şehrin dayattığı hızlı tempoya ayak uydurabilmek için sağlam bir kalp ve sinir sistemi şart. Bir o kadar da "iplememe ve umursamazlığı"  şart koşuyor sanki... Ancak tüm bu keşmekeşe, göğe yükselen ve bazı yerlerde gözü tırmalayan beton yığınlarına, milyonlarca insan kalabalığına rağmen;  Boğaz'ın, ve iki kıtadaki topraklarıyla İstanbul'un değişilmez albenisi her daim kendini hissettiriyor.

Ben zaten kafaya koymuştum bu kez iyi gezeceğim diye, planlarımı da yapmıştım. Derken, 26 Eylül'deki Silivri merkezli 5.8 şiddetindeki deprem ile herkes sanki Türkiye deprem kuşağında olan bir ülke değilmiş gibi, hiç yoktan depremi tekrar keşfetti. Depremle yatıp depremle kalkıldı, herkesin dilinde aynı mevzu en yoğun haliyle yer aldı. 99 depremini yaşamış biri olarak iyi hatırlıyorum, bizde deprem muhabbeti en yakın zamanda unutulacak şekilde,  ancak konu üzerine bir süre çok yoğun halde abanılarak yapılır.
(Neredeyse her sorunumuzda olduğu gibi.)

-Fatih Sultan Mehmet Türbesi'ndeki olay-

Sanırım Pazartesi günüydü, ikindi üzeri Fatih Cami ve Külliyesi taraflarında idim.  İstanbul'daki tarihi camilerin  -Lale Devri'nden kalan birkaçı hariç-,  çoğunda benzer bir mimari plan var.  Sanki hep aynı yeri geziyormuş gibi oluyor insan.  Kare şeklinde bir avlu, ortada abdest almak için bir şadırvan ve dev sütunların arasından geçerek içeri girilen camiler... Renkler ile, bina içi yazılar ve süslemeler farklılaştırıyor.  Ancak ben bu yazımda mimari yapıdan bahsetmeyeceğim;  Fatih Türbesi'nde denk geldiğim bir vakayı yazmayı tercih ederim.

(Olay o kadar hızla gelişti ki, o anda fotoğraf alamadım. Burada internetten bulduğum bir fotoyu kullanıyorum. Bahsettiğim mahal burası.)

Tam türbenin önündeyken bir kadın koşarak geldi ve bir başka kadına "kızına sahip çık, adam kötü niyetli!" diye bağırdı, kapının az ilerisindeki yaşlı adamı göstererek. Bağrış çağrış oldu,  olayı sonradan anladım:

Ergenlik çağında bir genç kızla annesi Fatih Külliyesi'ne gelmişler. Kadın gelmişken cami çıkışı türbede de dua etmek istediği için  kızı onu dışarıda bekliyormuş. O sırada adam birkaç kez yanına yanaşıp  "Beraber kahve içelim, sana hediyeler alayım"  gibi şeyler söylemiş.  Sonra yanından uzaklaşıp türbedeki annesinin yanına doğru giden kızı takip etmeye başlamış, o da korkup bahçede duran kadınlardan yardım istemiş.  Bir koşturmaca ve karşılıklı laflar oldu. Olay tam ayakkabıların çıkarıldığı yerde patladı. Şans bu ya, (yoksa şanssızlık mı?),  hemen orada hem güvenlik görevlisi hem de bir Polis vardı.  Anne "Şikayetçiyim, karakola gidelim" dedi. Polis  "Ne bilelim kızının iftira atmadığını?"  deyince bir patlama daha yaşandı. "Kamera kayıtlarına bakılsın"  dedi iki kadın. Ama başta Polis memuru olmak üzere iki güvenlik görevlisi, suçlanan adamın kaçması için her fırsatı etraflıca sundular. Orada duran birisi, "Sabahtan beri aynı adamın ikinci olayı bu,  ikidir içeriye kadar takip ediyor"  dedi.

        O zaman özellikle polis olan gencin adamla işbirliği içerisinde olabileceği şüphesi dahi doğdu içimde... O kadar sayıda insan içinde olan, üstelik tekrarlanan bir mevzu, mekan dağ başı değil, kaç tane şahit var ve mekandaki Polis türbe önündeki ayakkabılarını 4 yaşındaki bir çocuktan dahi yavaş bağlayarak tarafını zaten en başta ortaya koymuştu.  Gerçi karakola gidip kayıtları inceleseler de bir şey çıkmayacağını, adamın salıverileceğini iyi bildiği için boşuna koşturmak ve lüzumsuz yere kalori yakmak istememiş de olabilir tabii. İnanılmaz pişkin ve lakayt tavırlarına makul bir açıklama getiremiyorum doğrusu.  (Adam da tabii topukladı bu arada. Ertesinde Polis, kadınların  ne iftira atma ihtimallerini bıraktı  ne yalancılıklarını...)

Bu ülkede bir kadının mağdur olması o kadar demirden sinirlere sahip olmasını gerektirir ki, kadın-erkek el ele bu bozuk sistemin nasıl kötülüğün yanında saf tuttuğunu ve güce taptığını mağdurun önünde filtresiz olarak ortaya serer. "Anadolu ahlâkı"  diye öve öve bitirilemeyen söz konusu kültürden çıkan hakim-savcı-kanun yazıcıları zaten  "Ceketinin önünü ilikledi ve kravat taktı"   diye katilleri veya tecavüz zanlılarını bile cezada indirime giderek, içeride yedirip içirip birkaç senede salıverebiliyor.  Bir de "tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılma"  hâli var ki,  hiç de az sayıda olmayan vakada suçlu kişi yargılanmasına sebep olan eylemini tekrar işliyor bu evrede.



KADIN CİNAYETLERİ

Eski koca vahşetine karşı koruma ve uzaklaştırma talep etmiş, mahkeme kararı olan kadınların yürek burkan cinayet haberlerini okumaktan içimiz şişti. Çok sıkıldık. Ama kendi adıma, ondan çok insanların sosyal medyadaki sahtekarlığına şahit olmaktan sıkıldım. Gerçek hayatta ataerkil sisteme, erkeğin her şeye hakkı vardıra hizmet eden, neredeyse adil ve vicdanlı hiçbir hareketini göremediğimiz kadınlar ve erkekler; bilgisayar başına oturunca vicdan föncüsü kesilebiliyor başımıza. Her durumda haklı ve kalabalık olmanın dayanılmaz cazibesi.

Ayrıca ülkemizde sayıca bir sürü  (sürüsüne bereket)  olan sosyoloji ve psikoloji bölümleri ne yapmaktalar acaba? Başta Amerika olmak üzere Almanya gibi dış ülkelerde isim yapmış çeşitli araştırmacıların, akademi mensuplarının çalışmalarını ve tespitlerini Türkçe'ye çevir(t)ip kendi kitapları olarak yayınlamaktan başka; keşke biraz da nitelikli olarak kendi toplumları ile ilgili çıktılar üretseler. Facebook ve Twitter gibi mecralarda her kafadan bir ses hali ile keskin, kendinden çok emin yorumlar sağanak halinde geliyor tabii. Ama soruna karşı nitelikli araştırma-analiz ve yaklaşımlar olmadığı malum.  (Onun yerine iki tane İstanbul Sözleşmesi eleştirisi patlatıver,  zaten bazı Fetö hesapları da son zamanlarda buradan yürümeye başladı, sorunu hemen şıp diye çözüver.)

Mustafa Satış,  Facebook'ta bu konu üzerine eğilmiş. ÖLDÜRECEK DERECEDE SEVMEK!!! başlıklı paylaşımının bir bölümünde şöyle diyor:   «Bir insan bir insandan ayrılınca nasıl olur da o anda hayatının geri kalan kısmını hiçe sayar. Nasıl olur da bütün bir ömrün kalan kısmı hiç değerinde olur. Nasıl olur da, başka bir insanla mutlu olabileceğine dair umudu sıfırlanır. İnsan nasıl bir duyguya kapılır ki, her şeyi yaşamaya değmez görür. Bu durumun bir travma olduğu meydanda. Sorsanız bu durumda olanlara çoğunluğu namus meselesi, kıskançlık veya kendini kaybetme olarak cevaplar. Şüphesiz bu saydıklarının etkisi vardır ama, bence asıl mesele yaşama dair umutsuzluk sanki. Hasbel kader bulmuş birini, bir daha bulamaz umutsuzluğu mu acaba. İNSANLAR AYRILIKLA KARŞILAŞTIKLARINDA NEDEN BU KADAR UMUTSUZ OLUYORLAR ÜLKEMİZDE HAYATIN GERİ KALAN KISMIYLA ACABA....?  Bir de bu açıdan baksak...»

                  (Tam bu yazıyı yazarken göz attığım bir haber sitesinde "daha önce cinsel tacizde bulunduğu baldızını sokakta kovalayıp güvenlik görevlisinin yanına sığındığında bıçaklayarak öldüren adam" diye bir ŞEY'e denk geldim. Evet, bu 'ŞEY' de  (diğer onlarca ölümle sonuçlanan vakada olduğu gibi),  kaçan bir mağdur için en güvensiz yerin güvenlik görevlisi yanı olduğunu gösteriyor. Zira bunlar sadece Tanrı'dan ve kanundan korkan, temiz insanlar için konmuşlar oralara. Elinde değil silah;  bıçak, çakı filan olan katillere karşı bile hiçbir eylemleri olmuyor. Hatta kimi örneklerde ilk kaçan güvenlik görevlisinin bizzat kendisi!  Polis ise kısmen güvenli. Geçen ay Batman'da kan davalısını bıçaklayan adamın,  sopayla başında bekleyerek polislere ve yardım etmek isteyenlere engel olduğu haber aklıma geldi. Olay yerindeki polisler saldırganları silahla etkisiz hale getirmedikleri için soruşturma açılmıştı. Giden geri gelmez tabi ama bu gibi güvenlik güçlerinin yediği içtiği haram.)



Kamil Koç Şubesinde...  Kadınlardan söz açılmışken.  Geri dönüş için servis beklerken, Kamil Koç yazıhanesinde görevli genç kıza adeta bir selam verdik  bin âh işittik. "Müşterilerin zaman zaman indirim hakları oluyor, onu kullanıp geliyor, dönüşte indirim hakkı bittiği için normal fiyatı söyleyince  'Siz komisyon alıyorsunuz, para yiyorsunuz!'  diye hakaret edip üstümüze yürüyenler bile oluyor" diye bir başladı; biz de kesmedik ve dinledik, o da istediği kadar anlattı.
"Ben burada çalışmaya başlamadan önce bizim toplumu hiç böyle bilmezdim.  Sadece şu Kurban Bayramı'nda duyduğum laflar, insanların bilmeden etmeden söylediği laflar ve hakaretler-kavgalar yüzünden,  sırf para için bunlara katlanmak beni hem çok yordu hem de gerçeklerle yüzleştirdi"  dedi.
Hani bana "uzun yazdığımı" söylüyorlar ama, kız konuşurken motor gibi çok daha uzun ve güçlü cümleler kurdu. Meğer onun da içi çok dolmuş.

SAĞLIK  ve  Hastane - Doktor Şikayetleri

Son aylarda Sağlık sisteminde denk geldiğimiz bazı olaylarda şikayette bulunduğumuzda duyduklarımızı, neredeyse bir dayak yemediğimizin kaldığını, yönlendirme yapılan 182 Sabim denen hattın şikayet değil şikayetin üstünü örtme hattı olduğunu gözlemledikten sonra tekrar diyebilirim ki;  "Sosyal medya hariç, Türkiye'de şikayet edenin bir tek dövülmediği kalıyor."  Bayağılaşma ve lakaytlık sıradan bir rutin olmuştu zaten,  şimdilerde daha da el yükseltiyor.

(Not edeyim: Türkiye'de iktidarın durumunu devlet hastanelerine bakarak anlayabilirsiniz. İktidarlar zayıfladıkça, sağlık sisteminde insanlık dışı uygulamalar artar, kavgalar ve doktor-hasta gerginliği belirginleşir.  Partiler gelir geçer  ama bu realite değişmez.)


Yeni Moda:  Musluksuz Çeşme
İstanbul'u gezerken, Esenler gibi semtlerde tuhaf bir şeye denk geldim. Sanırım belediyelerdeki yeni modadır?  Akım şu:
Belli ki yine bir müteahhitlik firmasını kalkındırarak, dev gibi bir çeşme yaptırıyor ve törenle açıyorlar.  Ama yaklaşınca görüyorsunuz ki ya muslukları hiç yok ya da sadece görsel bir süs olarak musluk konmuş. Yani akmayan çeşme yapmışlar anacım!
Madem sadece görsel bir fon olarak çeşme yapacaksın;  o zaman daha estetik veya ortama uyan bir şey yap ki göze hoş görünsün veya fazla göze batmasın...gibi ifadeler ise bu yağmacı zihniyete fazla gelir. Vergileri topla, dev gibi zevksiz betonarme (sözde) çeşme yap, sonra da  "Dikey mimariye karşıyız, yatay mimariye geçmeliyiz"  falan filan...

Yeni Moda:  Camide yatmak
Daha önce (EnSonHaber gibi) bazı medya sitelerinde böyle bazı İstanbul yerel haberlerine denk gelmiştim ancak onların sadece yazın sıcak günlerine denk gelen Ramazan dönemi için olduğunu, nadir örnekler olduğunu sanmıştım. Bu gezimde baktım gördüm ki tarihi camileri "yatakhane" olarak gören bir grup "Ben de varım!" diyerek kendi yolunu tutmuş. Namaz saatlerinde dahi yatış pozisyonunu bozmayan insanların kimisi,  yatmak bir yana,  kendi aralarında sürekli sohbet ve konuşma ile hani neredeyse bir tek "kahvesi-çayı eksik" bir noktaya doğru ortamı esnetmeye doğru gidiyorlar. Benim gördüklerimin hiçbirinin zor durumdaki garip kişilere benzemediğini, gidecek başka yeri olmayan kimsesiz-yabancı-hasta olmadığını, sanki daha çok serin bir ortamda beleş yatmak için orada oldukları izlenimi veren tipler olduğunu ekleyeyim.

Velhasıl:  Siyasi, kurumsal ve toplumsal yozlaşma iç içe sürüyor; kendi aralarında sarmaller oluşturarak her yeri sarıyor. Böyle bir ortamda, daha önce bir yazımda da dediğim gibi, "Allah'ı yalnız camide hatırlayan bir toplum" oluşumuz artık perdelenemez şekilde ortaya çıkıyor,  hatta camide bile hatırlanıp hatırlanmadığı belirsiz.


2019,  hava,  kan,  kültür,  silah,  sorular,  tasarım,  Türkler,  yolculuk *

21 Eylül 2019 Cumartesi

Margaret  Tarrant

(Kısa bir zamandır Facebook hesabımda bazı ressamların eserlerini derliyorum,  «Çeşitli Tablolar - Painting Artworks»  başlığı altında...  Bundan sonra da eklemelerim devam edecek.  Ömrüm vefa ederse belki de yılları bulacak bir derleme olacak bu.  Bloguma da ressamların bir kısmı için başlıklar açmayı düşünüyorum.  Bugüne kadar sadece  Salvador Dali  ve  Rus ressam Ivan Shiskin  üzerinde yoğunlaştım.  Önümüzdeki günlerde sürrealist kadın ressam Remedios Varo  için de bir başlık açabilirim.  Ancak bugün özellikle Margaret Tarrant'tan bahsetmek istiyorum.)

Margaret Winifred Tarrant  (1888-1959)  İngiliz ressam-çizer ve çocuk kitabı yazarı.  Özellikle doğa, periler, çocuklar ve dini çağrışım yapan çizimler yapmıştır. Çocuk kitapları ve içindeki çizimler, kitap kapak tasarımları, kartpostallar ve takvimler ile tanınmıştır. Kariyerine 20 yaşında başlamış bu kadın ressamın yaptığı yüzlerce çizime bakınca gerçekten yetenekli, yaratıcı ve çalışkan birisi olduğu ortada.  (Kendisine fırsatlar tanıyıp bu eserlerde yer almasını sağlayan insanlar da teşekkürü hak ediyor tabii.)

Babası da ressam olan Margaret Tarrant,  özellikle  The Water Babies,  Forest Fairies  ve  Nursery Rhymes  adlı  çalışmalarıyla ünlüdür.
Yüzlerce materyal arasından,  blogum için şunları seçtim.
Bir başka yazıda görüşmek üzere.

Margaret Tarrant ilüstrasyonları The Fairies' Market




Happy Days
Columbine


             The Fairy Way
                  The Toadstool Brolly (umbrella)





Meadowsweet
The King of Love


Nursery Rhymes
Musk Mallow



The Water Babies
The Proposal



Margaret Tarrant  -  Water Sports



7 Eylül 2019 Cumartesi

 Canan Kaftancıoğlu Davası

2019 Ağustos'tan bir HABER:  «2012-2017 tarihleri arasında sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımları nedeniyle,  CHP İstanbul İl Başkanı Canan KAFTANCIOĞLU ertelemesiz 9 küsür yıl hapis cezasına çarptırıldı.»


Ülke kamuoyunda şu andakinin aksine,  birkaç kişi dışında kimsenin Canan Kaftancıoğlu adını duymadığı zamanlarda kendisine ait bazı tvitleri derleyip  "CHP nereye koşuyor?" diye tepkisel bir soru sormuştum;  hatta bazı CHP yöneticilerinin sosyal medya paylaşımlarını aynı yazımda derlemiştim.  (Linke tıklayarak okuyabilirsiniz.)

O zaman bazı kemikleşmiş CHP'liler  "Ne var canım bunlarda?..." demişti. Zaten ezberlerinden asla vazgeçmezler ve hep en ahlaklı onlardır.  Blog yazılarımdaysa malum, sürekli CHP'yi eleştiriyoruz. Zira demokrasilerde farklı seçenekler ve gerçek bir muhalefet olmazsa, yapılan seçimler göstermelik olur; sadece sistemi legalize etmeye yarar,  hayır çıkmaz.  CHP ise adeta çakma muhalefet üretim merkezi gibi işleyen bir yapı. Ancak gelinen şu noktada, Kaftancıoğlu'na yapılan bu haksızlığa karşı duracak sınırlara da dayandık iyi mi!

Hani zaten muhalefetin hallerine anlam veremiyoruz ama; seversin-sevmezsin,  her zararlı görüş bildiren hapse  "tıkılmaz".  Mücadele yolu bu olmamalı.  Üstelik neredeyse on sene önce yazılmış, benzerleri bir sürü basın-yayın organında, kitapta, söyleşide, tweet'te;  kimisi iktidar partisinin meşhur simaları dahil farklı kişiler tarafından söylenmiş benzer sözler nedeniyle hapis cezası veriliyor.  Çifte standart  (ayrı muamele)  ve  cezanın geriye doğru işletilmesi!

Bir arkadaşımın dediği gibi  "Karar siyasi burun sürtme ve hakkaniyetli değil.  Kamu vicdanında kabul edilmez."  Fakat bizde karşı kamptan olduğu takdirde, bu tarz siyasi mahkumiyetlere şampanya patlatan zihniyet bir türlü bitmedi. Biteceğe de benzemiyor.  Zaten bizde hukuksuzluk kendi işine yarıyorsa görmezden gelme alışkanlığı çok yaygın.  Dahası ülkede her başarı itinayla cezalandırılıyor.



EDIT:   Facebook'taki paylaşımlarımın altına gelenler ile birlikte bu yazı altındaki  YORUMLAR  oldukça zenginleşti.  Okumanızı tavsiye ederim.


30 Ağustos 2019 Cuma

 AKP  TROLLERİ

Geçmişte Facebook'taki bir yorumumda  "paralı troller"  yazınca,  Mutlu Bulut adlı bir arkadaşım gülmüştü. Hala bazıları gülüyor olabilir tabii ama "yarı zamanlı iş" gibi trollük yapanlar var. Hatta bunun "Pelikan ekibi"  gibi operasyonel çalışan boyutları da var ama o ayrı bir mesele...  Türkler olarak  "vur deyince öldürme" eğilimimizden dolayı, bu trollük işini de baya baya ciddi bir muharebeye kadar vardırmış durumdayız.  Biraz açayım:

Aslında bu mevzu, özellikle Doğan Medya'nın AkParti'ye karşı yıkıcı yayın yaptığı dönemde ve "barış görüşmeleri" zamanında iktidar partisini "diri tutmak" için başlatılmıştı. Ancak zamanla kendisi başlı başına bir "mesele!" oldu çıktı. Hatta partiye yarardan çok zarar verecek noktaya kadar evrildi.
Misal:  İstanbul Büyükşehir Seçimleri.

Bunlar,  Binali Yıldırım'a sempati duyan insanları bile adım adım, ama kararlı şekilde dışlayarak,  "partiden uzaklaştırmak"  ne kelime, kimi AKP eski savunucularını bile  baş muhalif  haline getirdiler.
Her eleştirene FETÖ'cü,  her eleştirene Allahsız,  hakaret bilmem ne...


Dikkatimi çeken bir başka nokta ise sosyal medya kitlesini adım adım, ama derinden "İslâm'dan soğutma" saikiyle davranışlar içerisindeler son zamanlarda. Ve bu konuda seküler kesimden, hatta ateistlerden bile  çok daha başarılı ve etkililer.

«Kurban şöyle kesilir,  sünnet şu bu,  Allah Kuran'da demiş ki...» diye başlayıp tvitlerini  «Beğenmiyorsanız siktir olur gidersiniz, sınır kapısı orada!»  diye bitiren bu muhteremlerden bir kısmı; bakıyorum da uzun zamandır yalan haber paylaşımında da tam gaz ilerliyor. Doğrusunu ilettiğinizde ise ELBETTE ne bir cevap ne bir özür  ne bir düzeltme...   Açıktan eleştirdiğinizde de  BLOK ve  LİNÇ.

Velhasıl, "Kraldan çok Kralcı (çakma) dindarlık"  modasını sosyal medyada başlattılar  ve  yaydılar.
KİBR'i  dağlar gibi olmuş olanlar,  Twitter'da  DİN dersi  veriyor.
Biz de böyle bir zamana düştük işte.

29 Temmuz 2019 Pazartesi

  Az gittim  Uz gittim   (canilecanan)

2009 Ocak ayından beri bu blogda çeşitli karalamalar yapıyorum. Kimisi çeşitli alıntılar, kimisi derlemeler,  bir kısmı da kendi görüş ve yaşam deneyimlerime dayanan yazılarım. Onlarca, hatta yüzlerce başlık içeriyor. Henüz taslak halinde olup yayınlanmayı bekleyenlerin sayısı ise 300'ü geçti!   (325'ten çok başlık ve 300 küsür de taslak)


Ne var ki,  bazılarının sorduğu:
"Neden  can ile canan ?"
"Debussy kim,  Bach kim?"
"Derdin ne,  neden bu kadar uzun yazıyorsun?"
 gibi sorulara henüz ve halen gelebilmiş değilim.

Bir gün gelebilecek miyim,  kendimi yazı ile açabilecek miyim, ayrı başlıklar halinde bunlara değinmeye gerek var mı, gerçekten bu yazıları okuyan var mı?...  Dahası ben bu ifade edişlerin altından kalkabilecek biri miyim,  o birikime ve kelimelere sahip miyim?...

Üstelik; okumayan, umursamayan, çabuk unutan vefasız insanlarla doluyken çevre,  gerçekten sayıyla 100 kereden fazla yazdığım konularda bile hala savunduğumun tam aksi argümanlarla suçlanıyorken,  bu kadar  "yanlış anlama"  ile boğuşurken... Bazen pes etmeye meyletmiyor değilim.   (#itiraf)

Doğduğum ve soru işaretleri ile dolduğum şu sıcak ve nemli Temmuz ayında,  bunlar da bir nevi ecel terleri döktüren sualler ve kendimden kaçışımı daha da körükleyen soru(n)lar benim için. Üstelik daha önce de dediğim gibi,  "Yazmak nankör bir eylemdir.  İhmal edip arayı açtıkça  sessizce seni terk eder,  sana soğur,  seni umursamaz."    (bkz: Kopuş)

***

Bakıyorum da  sanki  1 arpa boyu  yol  alamamış gibiyim.
Oysa bunca yıllık blog yazarlığımda  okurlarla etkileşim içinde olmak  ve bir iz oluşturmak  isterdim.   (#itiraf)

Bir anlamda çeşitli konularda aldığım notları tutuyorum burada, isteyen bakabilir. Ancak maalesef geçmişte (ilk yıllarda) günde yüzleri-ikiyüzleri rahat geçen tıklanmalar alırken, uzun ara verişlerimin de etkisiyle günlük ziyaret sayım artık 20-30'u bile bulmayabiliyor.  Yine de boşluğa yazıp yazıp yollamaya devam. İğneyle samanlık kazmaya da...

Kimi zaman soldaki dizinlerden seçip eski notlarıma bakmaya devam ediyorum.  Bunları kendimin yazdığına inanamıyorum bazen.  Hayret ediyorum,  "Bunu ben nasıl yazmışım?"

Demek ki gerçekten beni etkileyen, sinirlendiren, "duygulandıran" bir şeyler olmuş ki ben bunları yazmışım, yazabilmişim. Halen de bir şeyler beni duygusal olarak olumlu veya olumsuz anlamda tetiklemedikçe  yaz(a)mıyorum.  Gerçekten bu dünyaya tepkisel geldim,  tepkisel gidicem.


14 Temmuz 2019 Pazar

  Ressamlar  -Ivan Shishkin

Bugün blogumda, 19. yüzyılda yaşamış Rus ressam Ivan Shishkin'e ait resimler paylaşacağım. Özellikle adeta fotoğraf gibi detaylı orman ve doğa resimleri ile dikkatimi çekmişti. Bazı çalışmalarındaki detaycılık ve gerçekçilik insanı şaşırtıyor gerçekten.  Minnettarız böyle yetenekli ve üretken dehalara!

Ivan Shishkin  -  Oaks in Old Peterhof  (1891)


Ivan Shishkin  -  Summer Day   (Pastoral, Realizm)



Ivan Shishkin  -  Rain in an Oak Forest


Ivan Shishkin  -  Morning In A Pine Forest


Ivan Shishkin  -  A Walk in the Forest  (1869)


Ivan Shishkin  -  In the Grove









3 Temmuz 2019 Çarşamba

 Sivas  Katliamı

Türkiye'de insanımızın zihninde iyiden iyiye kökleşmiş bir "Hak etti pislikler öyleyse gebersinler!" anlayışı var ki, bu anlayışın saldırısına uğramanız bazen dini inancınız, bazen milli kimliğiniz, bazen de siyasi düşünceleriniz sebebiyle oluyor görebildiğim kadarıyla...

Bu güruhun HUKUK'a bir saygısı yok, yargısını kendisi veriyor. Veya kanaat önderleri onlar adına veriyor... Yeri geldiğinde kendini Tanrı yerine koymaktan da çekinmiyor.  Linç kültürünü her daim canlı tutuyor, toplumu galeyana getirmek isteyenlerin oyunlarında gönüllü olarak işbirliği yapıyor.  Maalesef, üzülerek söylüyorum ki,  ülkeyi aydınlığa ve (sözde)  Batı medeniyet seviyesine götürme amacıyla yola çıkan Kemalizm de hukuk adına iyi bir tablo yaratmamış, hukuku ve bilimi "camekandaki biblo"  gibi görmüş,  arka fon olarak kullanmış.
(Her ne kadar sözleriyle öyle demese de...)

Ülkemizde yıllardır dönen "Laiklik" tartışmalarını şöyle bir düşününce... Sözlük anlamıyla  "LAİK" ve seküler olma yolunda bir ülkede  böyle bir olay olabilir miydi gerçekten?

İnsanlar şeytanlaşmış,  başka türdeşlerini yamyamlar gibi yakıyor.  Ve Polis izliyor,  asker izliyor,  Cumhurbaşkanı izliyor...  Ben de henüz küçüktüm o yaşlarda. Televizyonda canlı görüntüleri izlediğimi hatırlıyorum.  Yakın çevremden birinin  "Hak ettiler!"  dediğini de...

O kişi babamdı. Bu da benim kendimden ve insanlığımdan en çok utandığım an;  inancım açısındansa kritik bir yarılmanın kıvılcımı idi.


* 2 Temmuz 1993  -  Madımak Oteli


* Sivas Katliamı hakkında Süleyman Demirel ve Tansu Çiller'in bazı yorumları


24 Haziran 2019 Pazartesi

2019  Seçim Sonuçları


İstanbul:  CHP  (%54)  -  AKP  (%45)

EKREM İMAMOĞLU'nun anlamlı bir fark attığı bu seçim başarısında, belki kendisinden çok Reis'in ve fanatik Ak Parti taraftarlarının payı oldu. O kadar ki, normal şartlarda BİNALİ YILDIRIM'ı destekleyecek kişiler dahi rakibine yönel(til)di.

İktidarda olanlar, olayları doğru yorumlayıp uygun bir dille halkla iletişim kurmaktansa; rahatsız edici bir yığın yalaka ajite edici tipe "GAZETECİ"  dedikleri toplama bir güruh üzerinden, yarardan çok zarar getirmeye başlayan "YANDAŞ MEDYA"  ile, ezberler ve metaforlar temelinde iletişim kurmayı seçiyor son yıllarda halkla.  Artık yandaş medyanın kanal sayısını artırmanın, ifitira anlayışının, "Trabzonlu Pontus'tur" "Kürtler puuuu!" gibi ahaliyi çıldırtan propagandaların,  değişimin kaçınılmazlığına direnmenin zararı görülüp umarım devam ettirilmez.  Bunlar yerine adaletin, sevginin ve dayanışmanın yoluna dönülür.

"Kraldan çok kralcılık"ın yıkıcılığı ve bazen bir şeye en çok zarar verenin onu savunanlar olduğunu da anlarsak, beraber Voltran'ı dahi kurabiliriz,  kim bilir?
Özetle,  sonuçlar  hayırlı olsun.

11 Haziran 2019 Salı

Uydurma haber değil,  "Hepsi Gerçek!" -4


Şaka gibi duran şu haberler  maalesef kurgu değilmiş.
Yani Zaytung haberi değil, gerçek!

  • MHP'den "Halı ve seccadelere gizlenmiş haç işaretleri ile Viyana kuşatmasını eleştiren subliminal figürler"e  karşı kanun teklifi  (haber)

    Bunu @Zaytung bile düşünemezdi,  tebrikler MHP! :)

.
  • Soyadından AKP'li olduğu anlaşılanları silmişler!

    Uydurma haber veya Zaytung değil,  gerçek demeç!

    "Soyadlarına bakıldığında AK Parti'ye oy verdikleri kolayca tespit edilebilen 3092 seçmenin kaydı düşürülmüş."
    Mevlüt Uysal   (İBB eski Başkanı)

    Tamam, siyaset için "yalan söyleme sanatı" filan dedik ama bu kadar da bariz sallanmaz artık. Bunların anlayışına göre, soyadı testinden tam puanla geçen  İmamoğlu  kesin "hacı" mesela!   :D

  • AKP'li vekil:  "İmamoğlu kazanırsa İstanbul'a imansızların putlarını diktirecek!"   (haber)

    Ne İmamoğlu'ymuş arkadaş!  Breh breh!

    (Bu arada sözü söyleyen milletvekilinin aşağıdaki fotosunu Twitter'da gördüğümde baştan sandım ki sosyal medyada artık çok sık karşılaştığımız yalan ve fotoşop haberlerden birisi bu... Gerçek haber olduğunu öğrendiğimdeyse koptum!
    Bildiğin  Zübük  yahu bu!   :D)


  • "Çaldılar dedim, çünkü mecburdum!"

    Binali Yıldırım:
    "Çaldılar dedim, çünkü mecburdum. Niye mecburdum? Çünkü bir algı operasyonu yapıldı. Yani orada bir hukuki tabir değil,  farkındayız.
    Ben sesimi duyuramadığım için çaldılar dedim.
    "

    Zamanınız varsa, olaya eski Yeşilçam filmlerinden "Neşeli Günler" üzerinden yapılan şu mizahi yoruma bakın derim:   YouTube video


  • Binali Yıldırım başka video,  2013'ten:
    Gazeteci:  _Efendim Belediye Başkanlığını Düşünür Müsünüz?
    Binali Yıldırım:  _Yok Almiim ehuhehe, İşi Olmayanlara İş Bulsalar Daha İyi Değil Mi?   (video)


  • YSK  seçim iptal gerekçesini fiilen iptal etti

    Sandık kurulu başkanlarının usule uygun belirlenmediğini ("devlet memuru olmadıklarını") gerekçe göstererek 31 Mart 2019 İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal eden Yüksek Seçim Kurulu'nun (YSK) bir hafta önce verdiği karara göre  "Soruşturma geçiren İlçe Seçim Kurulu başkanları ve seçim müdürlerinin tekrar görev alabileceklerine" ilişkin açıklama yapıldı.

    Duruma  Devlet Bahçeli  dahi tepki gösterdi:
    "Bu tür davranışlar anlaşılması zor davranışlardır."   (haber)


  • (Yargı dökülüyor)
    Mehmet Yoylu adlı bir hakim, duruşma sırasında bir kadın avukata etek boyu üzerinden sözlü saldırıda bulundu, "Avukatlığa yakışmıyor" dedi.  Olay sırasında sakallı ve gömleği açık olan hakim bey,  çıkışı tepki çekince ara verip traş oldu ve kravat takıp geri geldi.

    "Faillerin güvendiği kravat ve iyi hal indirimine hakim de sırtını yaslıyor"  denmiş bir Twitter notunda.  (bkz)


    Olumlu yönde değişim ve gelişime dair içinizde "niyet" yok ise "her gün bir paket"  açıklayın... Nafile.
    Siyasi hedefiniz,  varlık maksadınız ile yapmaya çalıştığınız  "reform"  kavramı birbiriyle çelişiyor.
    "Kendinize rağmen"  olumlu bir değişim gerçekleştirebilecek misiniz?
    Erdem Abaka


  • İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nden Okçuluk Vakfı'na aktarılan para  16.5 milyon lira!

    (İYİ Parti Genel Başkanı)  Meral Akşener:

             "Yahu,  Malazgirt  Meydan Muharebesi'nde bu kadar  ok  atılmadı?"   (Video)

    Başka söze gerek yok.


  •  a haber'in  delirme seviyesi  göz yaşarttı    ^_^



Ve son olarak:
  • "Kürdistan"  deme hakkı sadece AKP'de

    Binali Yıldırım, AK Parti Diyarbakır il binası önünde yaptığı konuşmada "Kürdistan" ifadesini kullandı. HDP'li belediye başkanları ve milletvekilleri kullandığında mahkeme sonrası hapis yollarının göründüğü; CHP'li kullandığında "emperyalistlerle işbirliği içinde" olduklarını, "Pontus", "hain", "terörist destekçisi" olduklarını anlamamıza vesile olan bu esrarengiz kelimeyi;  AKP'li kullandığında ise "Efendim ne var bunda? Gazi Mustafa Kemal Atatürk de kullanmıştı bu ifadeyi"  oluyor.

    Yani anlayacağınız,  tam sevgi pıtırcığı bu AKP'liler.  "Kürdistan" kelimesinin de patentini almışlar.

  • Abdullah Öcalan,  İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi için  HDP'ye  "tarafsızlık çağrısı"  yaptı.

    Evet, İstanbul için 23 Haziran tarihli ikinci denemeye saatler kala, bu kez APO'dan gelen bir çalımla gündem alt üst oldu ve kelimenin tam anlamıyla "bu kadarı da olmaz!" denen şeyler gerçek oldu. Öcalan, tarafsızlık adı altında İmamoğlu'na karşıtlık istiyor,  birileri PKK elebaşısını "yerli ve milli" ilan ediyor, Bahçeli: "Teröristbaşı, HDP'nin istismarına müdahale etmek, hatta önüne geçmek maksadıyla tarafsızlık çağrısı yaptı"  diyor...

    "Hiçbir seçim ortamı bu denli kirlenmemiş, seçmenin aklını bu kadar aşağılamamış, bu denli kerih olmamıştı. Her türlü elektronik ve basılı paylaşım ortamının, bu haftaki kadar zıvanasından çıktığına şahit olmadık. Her şey bir avuç şuursuz oyu yönlendirmek için. Hayra alamet olmayan bu rezilliğin arkasından bakalım ne çıkacak."    (Mehmet Tanju Akad,  Facebook)


Evet, yazının burasına kadar gelmeyi başarabildiyseniz; belirtmek isterim ki bundan sonrası tamamen kurgu.

Alt solda  Doğu Perinçek'in siyasi çizgisi konulu resim çalışması, sağda ise  "Beka için milli karar,  Karayip için istikrar"  diyen Johnny Depp abimiz uğurluyor sizi.  Bir de küçük bir video var kendi kanalımdan,  "siyaset  ve  insanların sorun çözme biçimi"  üzerine...