27 Mayıs 2015 Çarşamba

 "Eveleme Geveleme Develeme  BİTTİ!"


Nazan Öncel'in pek keşfedilmemiş,  özel ve vurucu bazı şarkıları vardır.  Onlardan birinin adı bu.  Eskilerden, 90'lı yıllardan...

"Doksanların herhangi bir yerinde aşk yaşadıysanız, bu şarkı size eşlik etmiştir. Doksanlara ait bir 'aşk yaşayamama' sorununuz varsa bile, size eşlik edecek parçadır bu. Daha güzeli gelmemiştir. Daha geniş anlatımlı sözler doğmamış ve doğrulmayacaktır.  Hem naz, hem sitem, hem kırılganlık, hem boşvermişlik bir parçaya sığar mı;  sığarmış kardeşim"  diyor  bir Ekşi Sözlük yazarı.

Sözleri:

Olmadı/ Kalbim bunu saymadı
Postadan tek bir mektup çıkmadı
Gözlerim 1 gün uyku tutmadı
Olmadı Olmadı Olmadı
Annesi doğru bulmadı
Olmadı Olmadı Olmadı
Telefonu bile açmadı

EVELEME GEVELEME DEVELEME BİTTİ!
Kitabına uymadı  Uymadı gitti
Jetonu mu yoktu?  Aramadı geçti
Velhasıl bitti

Olmadı/ Ele güne karşı olmadı
Verdiği adresler de çıkmadı
Uymadı/ Hesap kitap tutmadı
Olmadı Olmadı Olmadı
Mum gibi söndü,  Yanmadı
Olmadı Olmadı Olmadı
Gürültüye gitti/ Olmadı


Kimi ünlü şarkıcıların böyle hayret ettiğim bombaları vardır. Nasıl oluyor da bu kadar az biliniyor bu parça, derim.  Mesela Fatih Erkoç'un "Penceremden Gökyüzüne",   Sezen Aksu'dan  "Deli Kızın Türküsü" ve "Bir İstanbul Hatırası"  gibi...  (Ayrıca bu blogda daha önce yazdığım "Aramıza Yollar" ile,  sözleri yine Aysel Gürel'e ait "Gölge Çiçeği" ve Deniz Seki'nin ilk albümlerinden bazı aşk şarkıları da eklenebilir listeye.)

Neyse.  Nazan Öncel gibi bir şarkıcı bir daha Türk Pop'una gelir mi bilinmez.  Videosunu paylaştığım şu şarkısına bakalım mesela. Oldukça kısa, akıcı, hareketli ve neşeli bir melodi.
Sözlerine bakarsanız:  Duru ifadelerle sanki bir umursamazlık!
Ve sonuç: Maksimum can acıtıcılıkta vurucu bir şarkı.  Aşktan arta kalan hayal kırıklıkları!  Bir aşkın ruhunuzda yaktığı mumun söndüğünü hissettiğiniz anda yükselen mehter marşı!

Üstüne bir de Nazan Öncel'in ilk çıkış ruhunu taşıyan -iplemez havalarda- bir klip de çekmişler şarkıya, blogumda da bulunsun istedim bu benim için özel parça.


Nasipse,  yaklaşan yerel seçimler üzerine ufak enstantaneler ile görüşmek üzere.

16 Mayıs 2015 Cumartesi

 Bir Ademoğlu göçtü bu dünyadan:  Kenan EVREN

Ergenekon-Balyoz soruşturmalarının gündemin en tepesinde olduğu, 12 Eylül 1980 darbesini düzenleyenlerin yargıya götürülmesinin yolunu açacak 12 Eylül Referandumu'nun kısa zaman öncesinde gördük onu. Hürriyet gazetesine bir söyleşi vermişti, (ben Gözcü/Sözcü'de denk geldim gerçi.)  Yanında Genelkurmay eski başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu  da vardı fotoğrafta,  kamera lenslerinin içine dimdik bakarak poz vermişlerdi.   Darbe soruşturması başlarsa ne yaparsınız gibi bir soruya Kenan Evren'in cevabı:

"Çok kolay.  Benim için 1 el silaha bakar"  idi.

Ancak can tatlı... Başkalarının çocuklarını öldürmeye benzemiyor tabii.
Velhasıl Evren'in mahkemelerdeki o acıklı hallerine denk geldik, gene GATA'lardan alınan raporlara denk geldik, hatta mahkeme esnasında uyuklamasına dahi denk geldik; sadece 1 el silah sesine denk gelemedik.


      (EDEMEDİ)






Bu nasıl bir ülkedir ki en tepesindeki adamlar bile yalama olmuş?
Kişi, kendi özgür iradesi ile akli dengesi yerinde iken verdiği tüm sözlerden ve yaptığı hareketlerden sorumludur.  Nokta.
Kendi ağzından çıkan söze sahip olamayan bir adam Genelkurmay Başkanı olmuş, ordusu ile darbe yapmış, Cumhurbaşkanı olmuş...   Daha ne denir?

Birkaç yıl önce «Cumhurbaşkanı Eşleri» adlı şu kitabı okuyordum. (Yazarı: Ayça Atikoğlu) İyi bir çalışma değil, ancak biyografi alanına ilgiliyseniz es geçmeyin derim. O kitapta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in eşi Sekine Evren ile ilgili sayfalar da vardı. Acıklı bulduğum -eminim çoklarının nedenini anlayamayacağı- bir hayat yaşamış, neyse ki erken ölerek "kurtulmuş". Zaten Kenan Evren de böyle diyor.

Bu nasıl sevgi fakiri bir adam ki,  kendi ailesini mutlu edememiş,  ülkeyi ve halkını nasıl mutlu edecek?

Zaten yeterince konuşulan bir kişi olduğundan, ben malum şeyleri tekrarlamak istemedim, burada bunları yazdım.
Söylenebilecek daha fazla şeyler de var da... Neyse.
Sonuçta  "bizim çocuklar işi başardı."  ("Our boys did it!")
Geriye kaldı bize hatırası 82 Anayasası, YÖK'ü, hadım edilmiş üniversiteleri, daha da hızla açılan İmam Hatipleri ve tabi kökleşen Fethullah'ı...   Sağol Evren Paşa!


Güzel ülkemde bir 10 Mayıs sabahı hatırası:


Amasya,  selfie çeken şehzade,  Kenan Evren ölmüş Zeki Alasya, anneler günü...

_Ve beyin çeker gider.
_Tuhaf bir tatmin anlayışımız var.  Tuhafazakar olduk.
_Bence bu eğlenceli bir iş olmuş,  hem modern zamanlarımıza bir hiciv de içeriyor. Yerel ve evrensel selfie çılgınlığının;  zerre kadar kimsenin merak edip iplemediği ancak şişinmek için Mehter'ini, şehzadesini, sultanını kullandığı Osmanlı'ya bakışımızın;  "Ben yaptım oldu"culuğumuzun...
Belki de  "tuhafazakar"lığımızın  heykeli bu  :)

6 Mayıs 2015 Çarşamba

 Bir yok etme ve talan aracı olarak  RESTORASYON

Antakya (Hatay) Arkeoloji Müzesi'nde restorasyon sonrası değişen mozaikler konusu gündemde konuşulmakta iken, aklıma yaklaşık bir sene kadar önce tarihi camilerin "restorasyon" adı altında yok edilişi ile ilgili paylaşımlarım geldi. Hatırlatmak istedim.


BURSA, benim toplamda uzun yıllardır yaşadığım bir şehir. Soranlara eskiden hiç sevmediğimi söylerdim. Bir o kadar uzun yıllar kaldığım başkent Ankara'daki öğrencilik ve sonrası yıllarımda, Bursa'ya geçmişte ne kadar haksızlık ettiğimi peyderpey anlama fırsatım oldu. Türkiye'nin en büyük 5 şehrinden biri olmasına rağmen, bir büyük şehirdense büyük bir köyü andırmasını, köylü halkını, muhafazakarlığını ve yüksek nem oranını eleştirirken; güzelliklerini epey ıskaladığımı ve haksızlık ettiğimi fark ettim. Özellikle Ankara gibi yapay bir tasarı şehrinden,  oranın soğuk ve katı yerli halkından (şehrin bütün albenisine rağmen) fenalık gelmeye başlayınca; Bursa'nın yeşili ve maviyi birleştiren doğal alanları, Ulu Cami ve Yeşil Türbe gibi büyük mimari eserlerinin yanı sıra ufak, uzaktan sanki minyatür gibi duran camileri, çardakları, ve elbette -geçmişte şüphesiz daha fazla sayıda olan-   belirli aralıklarla karşınıza çıkan içilebilir doğal kaynak suyu akan çeşmeleri ve su kültürüne şapka çıkardım.
******

İşte bu duygularla 2014 ilkbaharında Bursa'ya gidişimde eski yerleşim yerlerini merakla gezmeye başladım. İlk gençlik yıllarımdaki buhranlarımda, özellikle Çekirge ve Muradiye semtlerindeki yemyeşil caddeler ve dar ara sokaklar bana iyi gelirdi. Tekrar oralara, o sokaklara yöneldim.   Ve fakat hayretle fark ettim ki bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti olan bu şehirdeki tüm ufak camiler yıkılıp yerine üç katlı apartman camiler kurulmuş! Tarihi veya değil, güzel çinileri ve/veya dış çephe taş işçiliği vardı oysa bazısında... Uluhiyet
(Tanrısallık) ve huzur duygusu veren, alçakgönüllü, adı geçen şehre özgü bir duygu vardı bunlarda. Bahçeleri ağaçlık ve yemyeşildi. Bir tanesini bile bırakmamışlar! Ağaçları da kesip iki katlı imam evi yapıyorlar bahçeye;  musalla taşı da kabak gibi parlıyor böylece.

Uzun lafın kısası, sonunda bildiğiniz ucuz fayans kaplama yahut apartman cami dizaynı  ile sonlanmış bu "restorasyon"lar...
Hâli gören yerleşik halk da fark etmemiş gibi yapıp görmezden gelmiş. Bu durum;  "güzellik" anlayışına sahip olmayan, değer kavramı sorunlu bir toplum oluşumuzun yanı sıra; estetikten, kültürel mirastan habersiz, salt müteahhit zihniyetine sahip, üstelik deneyimsiz sayılabilecek kişilere bu resterosyon çalışmalarının verilmesinden de kaynaklanıyor.

Şehrin kendine has bir duygusu varsa bundan niye rahatsız oldunuz? Hadi yeni yapılan camilerde standart ezbere bir mimariyi dayatıyorsunuz, bir de tarihi camilere bunu uyarlamak ve tek tipleşmek niye? Kimse de bir ses vermemiş, iğrenç bir görüntü oluşmuş bazı örneklerde. Nitekim şehrin Altıparmak semti caddesi üstündeki Şehabettin Paşa Cami, "restorasyon" adı altında neredeyse tamamen yıkılınca ve 6 ay sonunda ortaya tuhaf bir görüntü çıkarılınca, mevzu yerel medya kanallarında da konu edilmişti, en kısa zamanda unutulmak üzere... Sonra restorasyonun restorasyonu yapılarak mesele halledildi!

Yeni bir şeyler üretemeyince, sürekli geçmişi yağmalamanın değişik bir şekli olsa gerek bu restorasyon mantığı.
Öyleyse  YAŞASIN MÜTEAHHİT ZİHNİYETİ!

Düşünün. Tarihi camiye bunu yapan bakış, mozaikti resimdi bunlara haydi haydi aynısını uygular. Daha önce "Ankara'nın Amblem Sorunsalı" yazımda da demiştim. Mimari ile medeniyet birbirinden kopuk kavramlar değil; tam tersine iç içe ve bütünleyicidir. Medeniyetin göstergesi mimaridir. Bir yapıdaki incelik ve çizimler, zamana meydan okuyan kalıcılık,  dönemin vizyonuna ışık tutar.
Bir de bu açıdan bakın çevrenizdeki ihalelendirilen restorasyon sonuçlarına ve yeni dikilen abidevi camilere.

Aslında bu ülkeye dair çoğu şey Ezop/Aesop masallarından (daha sonra La Fontaine tarafından zenginleştirilmiş olan) "Horoz ve İnci" fabl'ını çağrıştırıyor:
Horozun biri bir gün inci bulur;
Alıp onu kuyumcuya doğrulur.
Kuyumcu ne istediğini sorar.
O da der ki:  "Bu galiba mücevher;
Al da bunu bana biraz darı ver.
O benim daha çok işime yarar."


Dönelim Antakya'daki duruma. Bir haberde şöyle diyor:
"Dünya'nın ikinci büyük mozaik sergileme alanı olan Hatay Arkeoloji Müzesi'ndeki mozaiklerin, yeni müzeye taşınma sırasında bir restorasyon skandalına kurban gittiği ortaya çıktı."
fotoğraf: Ayhan Kara

Yazının en başında görselini kullandığım "İsis'e ait Seremoni mozaiği" (MS 2.yy); ayrıca Narkisos Mozaiği gibi birkaç tanesi daha taşıma sonrası restorasyonda zarar görmüş. (Yeni müzenin 52 milyon TL maliyetle açıldığı söyleniyor.)   Hataylı mozaik Ustası Mehmet Daşkapan'ın Antakya Gazetesi'nde 1 Şubat tarihinde yayınlanan açıklamaları ile ortaya çıkan skandal hakkında kendisinin bazı ifadeleri şöyle idi:
       “Bundan yaklaşık iki sene önce, eski müzede mozaikler salondan salona taşınırken, ben bu taşıma işini yapanları izliyordum. Çok sık müze ziyareti yapıyorum çünkü bu eski eserler benim mozaik çalışmalarıma da fazlasıyla ilham oluyorlar.   O gün tuhaf bir şey oldu.  Milattan sonra 5. yüzyıla ait Yakto Mozaiği parça parça çekildi ve belki 150 parçaya bölündü. Orada iki kişi bu bölünen parçalardan birini taşırken o parçayı bir anda yere düşürdü ve düşen parça kırıldı, kırılmayla beraber taşlar koptu. O an şok oldum ve tek bir şey düşündüm. "Bu parçalar yeni müzeye nasıl taşınacak, taşındıkları yerde tekrar nasıl restore edilecek?"  Ve bugün yeni müze ziyaretimde, iki sene önce kendi kendime sorduğum bu korkutucu şeyin cevabını aldım, hem şaşkınlıkla hem üzülerek.”
(Söyleşi haberin tümü için: "ROMA MOZAİKLERİ'NDE SKANDAL RESTORASYON..." -  01.02.2015, Antakya Gazetesi)


Yazımın sonunda bu müzeden bana ilginç gelen iki parçayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Neredeyse tüm mozaiklere bakmak içinse şuraya (academia.edu/12932445/Konu%C5%9Fan_Mozaikler_-_Hatay_Arkeoloji_M%C3%BCzesi_Mozaikleri)   tıklayabilirsiniz:

Birincisi,  Kem Göz Mozaiği:  (MS 3. yy)   Görüldüğü gibi büyük bir göz var mozaikte.  Yılan, akrep, kırkayak, panter, ve bir köpeğin saldırısına uğrayan göze ayrıca üçlü mızrak ve bir kılıç saplanmış ve bir kuş tarafından gagaklanmakta... Bu saldırıya arkasını dönmüş, elinde sivri değnekler tutan (flüt mü çalıyor yoksa?) bir erkek ise umarsızca yoluna devam ediyor.
Anlamı ne bunun?  Bana ilginç gelen görsellerden biri idi.

İkincisi,  Bahtiyar Kambur Mozaiği:   Roma döneminde evlerin girişine nazarlık olarak yaptırılıyormuş bu çıplak erkek figürü  :)
Baktığı mekan ve içindekiler hakkında kim ne düşünürse aynısı ile karşılaşsın anlamına gelen bir kelime yazdığı söyleniyor üstünde...
   Kim bilir,  belki de yanlış mozaiği restore etmişlerdir? ;)

(Resimlerin üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz.)