16 Temmuz 2009 Perşembe

 Gündemdekiler  (Temmuz 2009)


İdil Biret  ve  Topkapı Sarayı gerginliği!
Bir grup Alperen midir nedir işte o evrimleşmesini tamamlayamamış Türk insanları, "Leyn! Topkapı'daki bir gecede  bu içimizdeki gavurlar içki mi içiyorlarkine!! Breee Heeyyyytt!" diyerekten mekanı bastı. Tarihimizdeki sıradanlaşmış tepkilerden biri sonuçta.

Asıl tuhaf olan,  ne  İdil Biret  dünki piyanist,  ne  Topkapı Sarayı  dünki bina,
ne de bu tarz resitallerde içki sunulması... Peki öyleyse nerden çıktı şimdi bu "eski köye yeni adet tepkilenmesi"?
Şimdi buna da salt "AKP" diyen çıkar, kesin eminim. Bunu diyecek olanların çoğunun 12 Eylül öncesi kanlı olaylardan da haberi yoktur. İşsiz, avare gençliği milliyetçiliğin böyle abartılı ve yanlı/kanlı boyutlarına yönlendirenlerden de...  Bu şekilde bizde ne  Yasin Hayal gibiler eksik olur, ne 6/7 Eylül çapulcuları... Sonradan da nasılsa "Batı bizi karıştırdı" deyip çıkıverirsiniz işin içinden her zaman yaptığınız gibi.

Birileri belli ki gene "dinci-laik,  ilerici gerici cepheleşmesi"ni alevlendirmek ve bundan nemalanmak; ayrıca reytingli haberler yapmak için bu evrimleşmesini tamamlayamamış insan grubunu fitillemiş. Eh, bu grup da mütematiyen fitil arıyor zaten! En insani duygular bile onlar için birer fitile dönüşebiliyor.

Bu olay hakkındaki bir Murat Belge yazısından alıntı yapıyorum:

"Dünya bir Türk'ü Alperen Ocakları Başkanı olduğu zaman bilmez. İdil Biret, Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet olduğu zaman bilir. Bu eylemi yapanların bu gibi insanlara derin düşmanlığının nedeni de kısmen budur zaten."   (14 Temmuz 2009,  Taraf)


Neyse ki olay yerinde olan Kültür Bakanı  Ertuğrul Günay  konser basanlar için "İlkel yaratıklar" dedi.  Ne var ki  (sol siyasetten AKP saflarına geçmiş birkaç sayılı kişi haricinde),  AKP'den olaya net bir tepki gelmedi gibi.  Bu da Ak Parti'nin çıkmazlarından biri işte.
(Eh! Bu ülkeyi  bu zamanda AKP'ye mahkum edenler utansın.)



AKP belediyelerinin ezan sesini yükseltmesi
Son günlerde gündelik sohbetlerde, ev ziyaretlerinde dile gelen bir konu.  AKP belediyeleri ezan sesini arttırıyor.  Terminal, garaj, alt geçitler gibi alanlarda ek hoparlörlerle açık, yarı-kapalı, kapalı tüm alanlara sesi yayıyor. Evi camiye yakın olanlar daha fazla şikayetçi, doğal olarak.

O değil de asıl tuhaf olan bu ülkedeki siyasi zıtlaşma hâli:
CHP ve CHP'liler her zamanki köhne eleştirilerini yinelerken,  AKP belediyeleri de ezan sesini yükselterek onlara hareket mi çekiyor nedir? Sonuçta biz millet olarak  olgunlaşmadan yaşlanmış bireylerden oluştuğumuzdan, siyasetimiz de bu üslupla yapılmakta.




YÖK'te ne var  ne yok?
Şimdi güzel insanlar. YÖK bu ülkede üniversitelerin bastırılması amacıyla 12 Eylül sürecinde oluşturulmuş bir sistem. Bu kadar üniversitemiz olmasına rağmen bilim dünyasına ve insanlığa anlamlı bir katkı yapılamamış olmasının garantörlüğünü üstlenen bir kurum. AKP gelince başına atanan güzide insanlarca buna bir misyon daha eklendi:
"Üniversitelerin gericileştirilmesi ve ticarileştirilmesi."

Tabii sistemli olarak da kadrolaştıklarından,  Mart 2009'daki Tübitak Darwin kapağı gibi olaylar sıradanlaşıyor.




Yanda  Salih Memecan'ın  bu ay içinde yapmış olduğu bir karikatür var.  Kimileri gene köpürdü tabii...
Bence Deniz Baykal'a da bu kadar yüklenmemek lazım.  Sorun kişisel değil, partisinin ve Kemalistlerin hali böyle zira.

"Herkes aptal,  bir kendileri akıllı" olduklarından mıdır nedir; uyku rehavetinden bir türlü kurtulamıyorlar.





Hrant Dink Davası,   Ergenekon'dan bile daha karışık şeyler barındırıyor sanırım.  Ergenekon'da bol yıldızlı askerleri dahi  ucundan da olsa sorgulayıp yargılayabilen hukuk,  Dink davasının 2. senesinde bile zanlıları kaçırmakla meşgul.  Trabzon Emniyet Müdürlüğü'nden tutun da  zamanında Dink'i tehdit eden MİT görevlilerine kadar neredeyse hepsi terfi ettirildi.  En son  Celalettin Cerrah  kalmıştı,  onu da vali yaptılar yakın zaman önce biliyorsunuz.

Ümit Kıvanç,  "Karşınıza o çıkacak,  sakın şaşırmayın"  başlıklı yazısında:
2 senedir Hrant Dink davasında,  üstelik suçlular da ortada olmasına rağmen bir arpa boyu yol alınamadığını hatırlatmış,  olayla alakalı Cerrahların Merrahların sürekli terfi ettirilerek makamlarının korunduğunu söylemiş ve:
"Katili  ve  avenesi  üç-beş günde yakalanan bir cinayetin davası,  nasıl oluyor da iki yıl sürüm sürüm süründürülüyor?  Sağa sola,  derine hiçbir adım atılmadan?  Niye acaba?
...
Darbe komplolarıyla, cuntalarla, Ergenekon'la uğraşıyoruz.  Sahiden büyük işler.  Ama şu devlet memurlarına şu basit soruları soramıyoruz.
Tuhaf değil mi?
"
diye sormuş.   (8 Temmuz 2009, Taraf)



Uğur Dündar ve Star Haber ekibi  artık o kadar yoldan çıktı ki!
Murat Bardakçı'ya  "büyük tarihçi"  filan demeye başladılar.  Nereden mezun olmuş, nerede yetişmiş, hangi saygınlık kazandıran çalışmalarda bulunmuş belli değil ama böyle bir BÜYÜK ADAMIMIZ da oldu son yıllarda.



Münevver Karabulut cinayeti karmakarışık!
Şimdi de Adli Tıp'ta inceleme yapılan yerde  daha önce yatan hastanın spermleri mi yanlışlıkla bulaşmış ne?
Şaka gibi!  Milleti aptal yerine koymada son nokta!
İnanamıyorum, bu kurumun başında kim var?  Hala nasıl orada kalabiliyor?  Bu nasıl oluyor?

[Adli Tıp Kurumu'ndaki  rahatsız edici yapılanmalar  ulusalcı  Kemal Alemdaroğlu  zamanlarında yapılmıştı deniyor.  Aynı Adli Tıp Kurumu,  İbrahim Şahin gibi  Susurluk sanıklarına  "Hafızasını kaybetmiştir"  raporları vermekle meşguldü o dönemlerde  (bkz).  Balık hafızalı topluma duyurulur.]

"Olay mahaline gelen polisin,  Cem Garipoğlu'nun kaçmasına müsaade ettiği" yönünde bir iddia da ortaya atıldı.  Aslına bakarsanız bu Münevver K. olayı bana Dedemanların torunun öldürülmesi vakasını hatırlatıyor.  O olayda, Dedemanların torunu Bilkentli  Umut Önal (Dedeman),  bir mafya liderinin oğlu olan okul arkadaşı tarafından vurulmuştu.  Ki onda da bir ceza çıkmadı. O gün olay yerine gelen polisler öyle güzel bir temizlik yapmışlar ki,  Adli Tıp'pa pek bir şey kalmamış zaten.  Ona rağmen çelişkili raporların ardı arkası kesilmedi.  Dönemin Emniyet Müdürü  Necdet Menzir'i  de suçladı sonradan anne Nazire Dedeman...

Yani uzun lafın kısası;  pisliklerin üzerine giderek,  yanlış yapan sorumlu yöneticileri cezalandırmadıkça  benzer olaylar belli aralıklarla tekrarlanıyor, failli meçhullar çoğalıyor.



Bir keşmekeş de  Hüseyin Üzmez  vakası. Geçenlerde bir resmini gördüm gazetede  ve
o kadar acıdım ki,  inanabiliyor musunuz? Hüseyin Üzmez'e acıdım, adam için üzüldüm. Peki neden?
Bir suç işlendiyse eğer, bunun bir sağlık raporu filan da gerekiyorsa mahkemesinde, o raporlar her ne ise artık tamamlanır teslim edilir, mahkeme de yasalar ve adalet penceresinden kararını verir.  Zanlı suçlu bulunursa cezasını çeker.
Olay kapanır.

Peki Hüseyin Üzmez olayında ne oluyor?
Bilmem kaçıncı rapordayız,  hepsi de birbiriyle çelişiyor!  Adam bakıyorsun bir içeride, bir dışarıda!  Yani aslında ne içerde ne dışarda!  Suçluysa eğer neden salıyorsunuz bu adamı, neden serbest?  Suçsuzsa peki neden oyuna döndürdünüz bu işi?
Bir insanı asmaya götürürken bile bu kadar onuruyla oynamamak lazım.  Kim olursa olsun.  Çünkü o noktada toplum vicdanı  ve  toplum hafızasının ırzına geçiliyor.



Hükümet Sözcüsü,  Devlet Bakanı  ve  Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek,  askere sivil yargı yolunu açan yasanın Anayasa'ya aykırı olduğunu ifade eden Yargıtay Başkanı  Hasan Gerçeker'e  sert çıkarak
"Bir demokratik ülkede yargı başkanlarının, siyasetçiler gibi her mikrofon uzatıldığında konuşma yapmaması gerekir. Bu doğru değildir"  dedi.
Şimdi haber bu:  (bkz)
Yargıtay Başkanı da çıktı dedi ki:
"Doğru bildiğimi söyleyeceğim."

Hep diyorum, daha önce de yazmıştım. Bu ülkede bir  çene ishali  sorunu var. İnsanlar susmayı bilmiyor. Nerede konuşacağını, nerede susacağını bilmiyor. Sıradan vatandaşın gene özrü bulunur;  ama devletin başındaki insanlarda bu zaafiyet büyük sorunlara neden oluyor. Onun için de her kurum kafasına göre takılıyor.  Bir vücutta organlar beynin kontrolünden çıkarsa ne olur?  İşte Türkiye'de de olan o.  TSK'sı ayrı bir şey diyor,  Başbakanı ayrı,  YÖK'ü ayrı, RTÜK'ü ayrı,  Adli Tıbbı ayrı... Hukuku ise apayrı!
Kavgaları bile çocukça!
Ama hepsinin asıl derdi ortak:
Egemenlik mücadelesi  ve  pastadan daha çok pay alma yarışı.
(Kayıkçı kavgası)



Ergenekon savcısı  Zekeriya ÖZ'ü  görevinden almaya çalışıyorlarmış. Amman yeter ki askerlerimiz sorgulanmasın! Sıradan vatandaş için yapılıyor zaten bu ülkede yasalar öyle değil mi?  Garipoğullarına filan, mafyalara, dokunulmazlık zırhı altında gizli işler yapan siyasetçilere,  Ağar'lara,  mal varlıklarının kaynağı şaibeli Çiller'lere,  müthiş belediyeci ve belediye borçlar şampiyonu Gökçek'lere bir şey oluyor mu? Olmuyor.  Eh, öyleyse hikmeti kendinden menkul askerlerimize de bir şey olmasın.

Burada bir nefes alıp, denge adına  ve  TSK'yı yıpratmaya çalışan odaklar arasında olmamak adına, bir de öteki yandan bakmaya çalışıyorum meseleye. Ancak ne var ki gördüğüm tablo demokrasi adına hoş değil.  Zaten tam da bu anlayışlar  12 Eylül'ü ve  (dindarlaşma demiyorum bakın)  dincileşmeyi başlattı bu ülkede.
Ayrıca TSK'nın,  içindeki suça karışmış kişileri bu kadar savunması da dikkat çekici  ve  yıpratıcı olabiliyor.  Şu noktada avare CHP'liler  (gelişmelerden bîhaber,  1900'lerin başlarına fikirlerini mumyalatmış olanlar)  haricinde çıkıp da aklı başında kimse  "Ergenekon diye bişey yoktur"  diyemeyeceğinden;
bari görevini yapanları sürelim ki Susurluk gibi kazasız belasız yolumuza devam edelim diyorlar muhtemelen.  Zaten bu ülkenin harcı da böyle atılagelmiş anladığım kadarıyla.



YouTube'dan sonra  şimdi de Google
"Türkiye'de erişimi yasaklanan video paylaşım sitesi YouTube'un ardından, Atatürk'ün kişilik haklarına ve manevi şahsiyetine ağır hakaretler içerdiği öne sürülen bir site nedeniyle,  arama motoru Google da kapanma tehlikesiyle karşı karşıya.
Paylaşım sitesi YouTube'a erişim,  Atatürk'e hakaret içeren görüntüler bulunduğu gerekçesiyle süresiz olarak yasaklanmıştı. Ankara Basın Savcılığı, Atatürk'e hakaret içeren görüntülerin sadece Türkiye veri tabanında kaldırıldığı gerekçesiyle erişime izin vermemişti. Birkaç ay önce de Google'ı mahkemeye vermişler.
Yakında orası da  Kemalist bir savcı-yargıç çalışmasıyla kapatılırsa şaşırmamak lazım.



Tunceli'de askeri kışlada geceyarısı bir asker cinnet geçirdi.  Koğuştaki arkadaşlarından sonra kendisine de silahla ateş ederek kanlı bir tablo yarattı. Cinnet sebebi henüz bilinmiyor. Hakkari Yüksekova'da bulunan bir kışlada ise mühimmat patlaması sonucu 4 asker hayatını kaybetti.


Havalar bozdu.  Yağmurlar yağıyor,  seller akıyor.
Ordu'nun bazı ilçelerinde yanlış bent yapımlarının da etkisiyle dereler taştı, heyelanlar oldu ve tabii ki ölümler... Eh, bu ülkede  nüfus planlaması  böyle sağlanıyor kuzucuklarım.  Siz doğurun hane başına en az 3'er evlat.  Zaten trafikte gitmiyorsa askerde gidiyor,  o da değilse böyle felaketlerde,  maganda kurşunu filan...  Hastanede yanlış teşhis filan da konmadıysa öyle kalanlar kalıyor.





Geçen ay unutmuşum.  Şöyle bir açıklaması olmuş  Toktamış Ateş'in:

"Bakan olma hevesiyle darbe girişimine katılmak isteyenler oldu. Özgürlükten yana tavır koyması gereken bazı akademisyenler, darbe sonrasında kurulacak hükümette bakan olabilmek için sürece destek verdi. Bakanlık, üst düzey görev bekleyenler vardı. Bir takım isimlerin birilerine yaranmak için neler önerdiğini, ne tür toplantılar yaptıkları ortaya çıktı. Ergenekon diye isimlendirilen davanın iddianamesine bakıldığında zaten bunların kim olduğu görülür."

Ergenekon iddianamesine giren  Mustafa Balbay'a  ait günlüklerde,  Şener Eruygur'a atfen  bazı rektörlerin darbe için çok heyecanlı oldukları vurgulanmıştı.  İddianamedeki telefon kayıtlarında da İstanbul Üniversitesi eski Rektörü  Kemal Alemdaroğlu'nun  "Kansız olmaz. Darbe lazım"  dediği ortaya çıkmıştı.
(Biliyorsunuz zamanında  Alemdaroğlu ve Nur Serter  İstanbul Üniversitesi yönetimindeyken  -ikna odaları vs zamanları-,  Toktamış Ateş ve bazı önemli, değerli akademisyenler  üniversiteden baskılar nedeniyle ayrılma kararı almışlardı.)



Nedir bizim bu ineklerden çektiğimiz Allah aşkına?
Yunanistan sınırından ülkemize giren 1 inek konusunda bir aya yakındır Yunan makamlarından ses çıkmayınca bu mevzu da bir gerginliğe  dönüştü :)


Ve bir de  Ayşe ARMAN  var tabii ki.  Bir soyundu dergilere haber oldu,
bir kapandı ortamlara aktı gündem oldu...
Arman'ı severim.  Egosantrik ve seks takıntılıdır ama ilginç röportajları vardır, farklı sorular sorar.  Eğlencelidir.  Ne var ki asıl sorun bu ülkenin medyasında. Bilinçli veya bilinçsizce  sadece Arman tarzı gazeteciliği pompalayarak büyük bir baltalama içerisindeler.  Tabii  "Okurun ve okumuş-yazmış kesimin durumu ne ki?  Böyle talebe böyle arz"  derseniz,  ona da eyvallah.


Tam bitti derken bir de  sıcak gelişme:
"İkinci Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan  emekli Albay
Arif Doğan'ın,  sağlık sorunları nedeniyle tahliye edildiği bildirildi.
"



1 yorum:

canilecanan dedi ki...

Bir not da merhum Nazire Dedeman'ın oğlu maktul Umut Önal için düşeyim:

Kişinin, arkadaşlarını seçerken dikkatli olması gerektiğinin güzel bir örneği bu genç adam.  Sen kalk kirli işler yapan bir mafya babasının oğluyla aynı evi paylaş, üstüne seni öldüren adamla evlenebilecek bir kız arkadaşın olsun; sonra arkandan annen, ailen, haberini okuyan insanlar üzülsün, "Adaletin bu mu Türkiyem?"  filan densin. İşte bunlar hep insan hikayeleri.