7 Eylül 2010 Salı

 ÜSLUP  mu,  İÇERİK  mi?

.
Geçenlerde bir tartışma sırasında, ortamdaki bir kişi demişti ki:

"Üsluba fazla takılmayalım. Üslup ve ton, hakkında söz edilen şeyin doğruluğunu etkilememeli. Bunlara bu kadar takılırsak, yolun çok başında durup kalırız ve aslında söyleyebileceğimiz çok fazla şeye ulaşamayız."   (*)

Bu sözler karşısında "Kendi düşüncesidir" diye düşünmüştüm zira ben üsluba oldukça önem veren biriyim. Kendisine karşı bir miktar kınama duygusu hissettiğimi de belirtmeliyim. Ne var ki hayatımda yaptığım neredeyse tüm ukalalıklarda olduğu gibi,  bu da bir süre sonra cezalandırıldığım bir mevzu haline dönüştü. Gerçekler yine bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı.



Bu blogda  "azıcık ucundan"  kabilinden,  Sağlık sorunlarımdan da bahsediyorum bazen.  Aslında hep aynı dertten muzdaripim. Kendimi bir çemberin içine sıkışmış gibi hissediyorum. Ve beni bu kuşatılmışlık duygusundan kurtarabilecek  ne bir umut  ne de bir anahtar var.

Ayak bileğimle ilgili bir sürüncemem var.  Çok sağlıklı ve normal biriyken,  bir anda ani bir sızı ve yanma benzeri hisle yürüyememe ve hareketsiz kalma gibi bir şikayet.  Eskiden "senede birkaç kez" olan
bu sorun,  şimdilerde "ayda birkaç kez"i de geçip "haftada birkaç kez"e kadar arttı.  Zamanında başarılı devam eden okul yıllarım  ve sonrasında iş hayatımda başıma dert oldu bu durum.
Doktora gitmekten ve hastanelerden oldum olası nefret eden biri olmama rağmen  (ki hala da yalnız başıma hastaneye gidemem)  kalkıp gittim, evet.  ("Bir tanıdığı yanında olmadığı sürece asla doktora gidemeyengillerden"  olduğumun tekrar altını çizmek isterim.)

...
Her defasında tutturmuşlar bir  KAN TAHLİLİ!  KAN KAN KAN!
Kanımın damarlarımdan çekilmesini izlemekten artık bıktım;  ama biliyorum ki gene gitsem gene aynı terane...
Yok işte!  Kan değerlerimde bir sorun YOK!!!

Hastane muayenelerimdeki ikinci adresim ise Röntgen kısmı.  Ayak röntgenim isteniyor.
Ne var ki orada da bir sorun yok,  zira ayağımda bir kırık-çıkık yok.
Ve bu ikisi  (kan ve röntgen sonuçları)  temiz çıkınca,  her defasında doktorlardan aynı cevap geliyor:  "Sorun psikolojik!"
("Evlenince geçer"  de  ikinci ağırlıklı teşhis.)
...

Zaten Türk doktorlarında böyle bir eğilim var.  Bir hastanın derdinin teşhisini koymaya doktorun bilgisi yetmemişse,  yeterli veri toplan(a)mamışsa  ve/veya fazla ilgilenmek istemiyorsa;  mevcut sorun mutlaka "Psikolojik"tir.
Eskiden bunun sadece bana olduğunu sanırdım.  Başkalarıyla sağlık üzerine sohbet ettikçe,  bu ifadenin Türk doktorları için teşhiste bir "joker ifade"  olduğuna kanaat getirdim.

Neyse ki benim bir tesellim var.
Zamanında benzer şikayetleri olan anneme de aynısını diyorlardı. Ta ki annem bir gece yarısı nefes alma şikayetiyle  Acil'e kaldırılana  ve oksijen tüpüne bağlanana kadar!  Meğerse iltihap artık ciğerlerinin çevresine kadar ulaşmış  ve o safhaya kadar doktorlarımız hâlâ "Psikoloji" korosunda!

Ailemin kadınlarında bazı romatizmal rahatsızlıklar var.  Her defasında bunu gittiğim doktora söylememe,  annemin ancak kortizon tedavisi ile eski sağlığına kavuşabilmiş bir  ankilozan spondilit  hastası olduğunu, ve benim de benzer şikayetlerimin gün geçtikçe arttığını söylememe rağmen;  doktorlar hâlâ  BİR KAN TAHLİLİ,  BİR RÖNTGEN  piyesini sergilemeye devam ediyor.  Üstelik de her defasında aynı final sahnesiyle!  ("Sorununuz Psikolojik!")
Oysa ki kas rahatsızlıkları kan testlerinde çıkmayabiliyor.

(Ne 'modern tıp'mış kardeşim!  Ne 'döner sermaye' açlığıymış bu!)


Sorunumu ve acı çektiğimi  yakın çevremdekiler de, iş arkadaşlarım da görüyor ve gözlemliyor.  Dışarı çıkmak,  dolaşmak ve  alışveriş  benim için o kadar da hoş değil.  Hani zaten hiçbir zaman da can attığım şeylerden olmadılar ama artık dışarı çıkışlarımın sonu mütemadiyen aynı şekilde bitebiliyor. Göklerden ani bir şimşek ayak bileklerimden birine düşmüşçesine,  parmak uçlarımdan beynime doğru yükselen bir kıvılcım  ve ertesinde kendini hissettiren kesif bir acı...
Ve sonrasında ayağım üzerine basamıyorum.
Kimseyi de sorunlarımla sıkmak istemediğimden,  kendi kabuğuma daha da çekilerek daha da yalnızlaşıyorum.  Rutin şikayetler sebebiyle gidilen muayeneler sonrası herhangi bir teşhis konulmaması da çevrenizdeki insanların size bakışını ve yaklaşımını etkiliyor doğrusu.


Doktorlarla ve tıpla iletişimimden neden bir sonuç çıkmadığına dönüp baktığımdaysa bugün şunu görebiliyorum artık:

Karşıma çıkan tüm doktorlar üsluba o kadar yoğunlaşmışlar ki,  içeriğe (anlattığım sıkıntılara ve rahatsızlığımın gelişimine)  adeta kayıtsız kalıyorlar. Üslubum alışılageldik olmayabilir;  zira her tedavinin daha en başında  "sonunda ne olacağını görmek"  (gene "Psikolojik" denmesi),  boşuna kan tahlilidir,  koşuşturmalardır, hastanesidir, ... Benim gibi yorgun bir bünyeyi daha da geren tüm o aşamalar...  (Ve sonuç:  "Sıfıra sıfır  elde var sıfır!")  Sosyal fobim de buna eklenince, evet üslubum normal olmayabilir gerçekten.

Ama anlattıklarımın hepsi gerçek.  Hepsi benim sorunlarım,  hepsi yolumun üstündeki taşlar...
Ve lanet olsun ki  elimden hiçbir şey gelmiyor  :(
Ayak bileğimden başlayan sorun geçen zamanla belimi, omuzlarımı ve tüm vücudumu sarıyor.  Kolesterol sorunu olmayan ve kan tahlilleri temiz bünyemde,  varis benzeri yapılar ve benler her yerimi kaplamaya başladı.  Ve numaralı gözlerin bile görebildiği tüm bu sorunlara Türk doktorlarının getirdiği açıklama  saçma sapan tekrarlardan öteye gidemiyor.  Oysa ben gittikçe daha fazla acı çekiyorum,  liseden beri...  Üstüne bir de doktorların bu lafları ve yaklaşımlarını yüklenmek zorunda kalıyorum.

Okuldayken danışmanım,  işteyken patronum soruyor:
"Ne oldu,  ne çıktı tahlillerinde?"
Bende ise koca bir sessizlik...
Ne diyebilirim ki?  İçine düşmekten en hoşlanmadığım hal "anlaşılmamak"  iken;  böyle bir durum,  sorunlarımı hepten görmezden gelmeye ve olabildiğince geri itmeye sevk ediyor beni.
Böylece günler hiçbir sorunuma çözüm bulamadan, zaman öldürmekle ve kendimden kaçmakla geçmekte...


Biraz daha düşünmeye devam ettiğimde,  ailem ile yaşadığım sorunların da bu başlıkta kilitlendiğini fark ettim.
-Özellikle ezberci eğitim sistemi ile kirlenmiş ve teknolojiyi geriden takip eden ebeveynler-,  çocuklarıyla olan sorunları üzerine konuşurken üsluba o kadar kilitleniyor ki,  zaten eleştiri kültürüne sahip olmayan bir toplum olduğumuzu da düşünürseniz;  daha meseleleri konuşmanın en başında olay bir kişilik çatışmasına dayandırılıp hızla kavgaya dönüşüyor.

Bugün geldiğim nokta şu:
Sonuçta yine üsluba önem veriyorum,  yine uygun ses tonu ve doğru kelimelerden yanayım.  Ama içeriğin, daima üslubun önünde olduğunu artık biliyorum.
Türkiye'nin içinde bulunduğu duruma 1 kez olsun bir de bu pencereden bakmayı deneyin derim.



---

(*)  ssg,  Sedat Kapanoğlu
10 Haziran 2010,  Günlerin Getirdiği (ϯ)  adlı NTV programından.

(ϯ) Mirgün Cabas'ın hazırlayıp sunduğu,  Hakkı Devrim'in daimi konuk-yorumcu olduğu,  birkaç başlık halinde haftanın olaylarına odaklanan bir NTV programı.


1 yorum:

canilecanan dedi ki...

2018'deki bakışım ise şöyle:
Üslup, içerikten önce gelir.  Ama önem olarak değil,  zamanlama olarak.
Yani önce üslubunla bir insanın veya insanların arasına girersin,  sözünü anlatma şansına kavuşabilirsin.
Ki bu da önemsiz bir şey değildir!