17 Mart 2015 Salı

 Müzeyyen  SENAR


I. Dünya Savaşı'nın bittiği 1918 yılında Bursa'nın bir köyünde dünyaya geldi. Güçlü bir ses olarak sayısız plak, konser, gazino çalışması; alkışlar, hayranlıklar (ve tabi kırgınlıklar); müzik dünyasına girişlerinde rol modeli olarak desteklediği pek çok genç yetenek ile  -ve pek çok çocuklar doğurmuş, evlilikler yapmış bir anne olarak-   büyük şöhret, özgün bir ruh, asırlık koca çınar Müzeyyen SENAR "Müzeyyen Abla"nın  8 Şubat 2015'te Ege Üniversitesi'nde vefatından sonra "Cumhuriyet'in Divası" denmiş bu hanımefendi için uzun zamandır tamamen bıraktığım yazma eylemine ve kaleme geri dönme kararı aldım.   Umarım içime sinen bir yazı ortaya çıkar.

Hadi başlayalım.
Öncelikle şunu söylemek isterim ki bizim ülkemizde  Biyografi  tarzı pek bilinmiyor ve önemsenmiyor, neredeyse pek çok edebi-soyut konuda olduğu gibi... Kişinin Doğum-Ölüm tarihi ve mesleğini yazdın mı, bir de mezun olduğu okullar ile çocuk sayısı, al sana oldu mu bir biyografi! Hayır,  ol(a)madı maalesef.  Nitekim Müzeyyen Senar'ın ölümünden sonra internette bulduğum biyografilerin ya birbiriyle tutarsız ve çelişkili ya da çoğunun boş,  bomboş,  içeriksiz ve niteliksiz olduklarını fark ettim.
Kaç tane taş plak çıkarmış, Cumhuriyetin ilk yıllarına denk gelen o dönemde hangi yabancı ülkelerde konserler vermiş,  farkı ne imiş? Bunlar hakkında pek bir şey yok.
O nedenle ağırlıklı olarak kendisinin söyleşileri ve şahsi sezgilerim üzerinden bu yazıyı yönlendirmeye karar verdim.



Doğum tarihinin 16 Temmuz 1918 olduğu söyleniyor. (Eski zamanlardaki doğum tarihlerinin güvenilirliği çok su götürür.) Çocukluk yıllarını Bursa'da geçirdikten sonra  annesi ile İstanbul'a yerleşiyorlar bir sebepten, söylendiğine göre teyzesinin yanına gidiyorlar.

Sesi annesi ile gittiği mevlitlerde, düğünlerde ve yakın çevresinde dikkat çekiyor. Bir müsamerede onu dinleyenlerden birisi çok etkilenip musiki eğitimine yönlendirilmesini tavsiye ediyor.  Okuluna devam ederken bir yandan da   Üsküdar Kız Musiki Cemiyeti'ne   ve sonraları Kadıköy Musiki Cemiyeti'ne katılıp  Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lemi Atlı gibi büyük ustalardan ders görüyor.  Henüz 15'ine girmeden (1932)  İstanbul Radyosu'nda şarkılar söylemeye başlıyor.  Yaşı müsait olmadığından, mahkeme kararı ile büyütülerek gazino çalışmalarına başlıyor ve şöhreti kulaktan kulağa git gide yayılıyor.   Onun için  "Şarkılara ruhunu kattığı"  söyleniyor.    Gerçekten de ölümü ertesinde internet üzerinde bulduğum,  özellikle gençlik yıllarındaki o henüz yorulmamış eski sesini dinlediğimde çok etkilendiğimi ve şaşırdığımı belirtmek isterim.


         Kendisinin bir röportajındaki ifadesine göre,  asıl adı  Münevver imiş. Eniştesi sonradan süslü, neşeli bir ismi olsun istemiş; anladığım kadarıyla eğlence hayatına daha çok uyar diye "Müzeyyen" olmuş.
(Arapça kökenli bu kelime  "süslenmiş, bezenmiş, süslü"  demekmiş.)


-İlk evlilik-     İstanbul'daki çeşitli gazinolarda, Antalya'da, İzmir Fuarı'nda, Eskişehir'de sahne alıyor. Eskişehir Porsuk Bahçesinde program yapıp Porsuk Oteli'nde kaldığı dönemde   otelin müdürü olan  Ali Senar; İstanbul Radyosu'ndaki bir yayından dönerken tekrar karşısına çıkıyor ve kendisine aşık olduğunu, evlenmek istediğini, dayanamayıp bunun için geldiğini söylüyor.   Evleniyorlar.   Müzeyyen hanımın Dombayoğlu olan soyadı böylelikle ölene dek "Senar" olarak kalıyor.


Mustafa Kemal Atatürk'ün beğenisini kazanıp meclisinde birçok kez şarkı söylüyor. Atatürk'ün huzurundaki anılarını tv'de yayınlanan söyleşilerinde anlatırdı; belki birine denk gelmişsinizdir. Mesela ilk kez Ata'nın karşısına çıktığında kendisinin saçının kesilmesini istemiş,  eşinin de bıyığının...

O gün saçlarının kesilmesini şöyle yorumluyor Senar:
     "Atatürk beni modern bir kız yapmak istedi."

Elinde tuttuğu bir kitapçığı inceleyip buradaki eserlerin hepsini bilip bilmediğini sormuş Atatürk. Bildiğini söyleyince de biraz okumasını istemiş,  "Cana Rakibi Handan Edersin" eserine yorumunu beğenmiş. Ardından Atatürk'ün beğeneceğini umduğu Rumeli türkülerini okumuş.

      Müzeyyen Senar'ın dediğine göre kocası huysuzluk çıkarıyor, Dolmabahçe Sarayı dönüşü yolda tartışıyorlar.

"Çok yeni olmasına rağmen evliliğimiz yürümüyordu.  O gece eve gelince üstüme yürüdü, annemi tartakladı... Ben de kafasına vazoyu geçirdim... Bir defasında da Atatürk'le dans ettim diye kavga ettik. Sonra da ayrıldık zaten"  diyor.     (Bakınız ilişkilerde  -hele evlilikte-  saygı bitince;  kadın da özgür bir kadınsa bitiyor,  zaten yürümüyor.)



    Ankara'daki bir resmî açılış balosunda Atatürk kendisini dansa kaldırmış.   "Aman Allahım   nasıl ölmedim ben orda?!!"   diyordu.       "Ne bilirim ben dansı?  Daha on sekizimde Bursa'dan gelmiş bir köylü kızım, nerden bileyim dansı! Zangır zangır titriyorum, bak şu anda anlatırken bile!  Ama o anladı.  Dansı bilmediğimi anladı, elimden tutup şöyle bir alanın etrafında yürüdük ve tamam, balo açılmış oldu böylece"  diyordu.    Sonradan Atatürk'ün yatında da şarkılar söylemiş.  (Haziran 1938)  Bu kez korkup titrememiş ama... Aksine çok rahatlamış. Yanı başında sazlar, ekip, samimi bir ortam ve sohbet olduğu için Atatürk'ün huzuruna bu çıkışında telaşeye kapılmadığından,  çok mutlu olduğundan bahsediyor. Hatta Atatürk'e bir oğlu olduğundan bahsedip resmini gösteriyor. İsmi "Ergun" olan oğlanın adını Erkin yapalım diyor Atatürk,  araya girip lafı kaynatanlar olunca kalıyor.
                       Atatürk'ün,  işini de keyfini de bilen bir adam olduğunu ve bu yönüyle de takdirini kazandığını söylemişti bir söyleşisinde. Kendisi şarkı söylerken dikkatini çeken en önemli husus ise Atatürk'ün önündeki azar azar içtiği rakısı, ucu yaldızlı sigarası ve meze olarak kullandığı leblebisidir.


Bursa'da geçen çocukluğu sırasında başına iki önemli olay geldiği söylenir. Birinde saçları yanar. Diğerinde ise bir sabah uyandığında konuşamaz olur, kekemelik başlar. Tutukluğu sadece şarkı söylerken geçmektedir. Ancak yıllar sonra normale döner, tekrar konuşabilmeye başlar. Yine de söyleşilerini dikkatle dinlerseniz kekemeliğinin izlerini ve konuşmalarındaki tutukluğu,  sesteki ani iniş-çıkışları fark edebilirsiniz.
"Hızlı hızlı konuşurum, tutulmamak içün"  diyor.  2009'daki bir gazete yazısında şöyle aktarılmış kendisinden:

"Ben küçükken kekemeydim, nazardan... Bir gece düğüne gittik. Şarkı söyleyip oynamıştım. Sabah bir kalktım konuşamıyorum! 'Anne' diyemiyorum. Kekemeliğin ne olduğunu çok iyi bilirim. Makamla seslenirdim ‘aaaa aaaa anne’ diye... Makam var ama sadece  'anne'  yok.  Çok uzun süre geçmedi.  Sadece şarkı söylerken düzgün çıkıyor. Bir şey isteyeceğim zaman mecburen şarkı söyleyerek istiyordum anlaşılsın diye.  Hicaz melodiyle tuzluk istiyordum annemden! Sonra yine ansızın açıldı dilim.  Şimdi tekrar çocukluk günlerime döndüm,  pepeliyorum."




Müzeyyen   SENAR
pek çok konuda sahnelerde yenilikleri başlatmış birisi. Örneğin yerli kadın şarkıcıların "gece kıyafeti" de denen şık elbiseler ile sahneye çıkması, ilk straplez kostüm, yırtmaç ile sahneye çıkma, sahnede peruk takma, yelpaze ile şarkı söyleme, gazinoda şarkıcının kendine has özel dekor tasarımı, hareketli mikrofonu yurt dışından getirtme...   İlk kadınlar matinesini başlatmış,  ilk kez yurt dışında konser veren Türkiyeli şarkıcı olmuş...

Bir gece yaptığı programı diğer gece tekrar etmezmiş mesela...  İzleyiciler ertesi gün geldiklerinde başka şarkıları okuyacağını bilirlermiş. Çoğu yeniliği, özellikle yurt dışı konser ve seyahatlerinde gördükleri üzerine düşünüp ülkeye uyarlaması sonucu getirdiğinden neşe ile bahsederdi rahmetli.

        Bana asıl ilginç gelense şudur:
20. yüzyılın başlarında Senar'ın sahne hayatımıza getirdiği yenilikler; üzerinden neredeyse bir yüzyıl geçmesine rağmen halen devam etmekte.  Halen en ünlü kadın şarkıcılarımızın, "assolist" denen havalı kadınlarımızın çoğunun gece kıyafeti,  hatta "gecelik" denilebilecek şeylerle sahneye çıkması bir tek bana mı ilginç geliyor?  :)

"Dünyada gecelik ile, gece kıyafeti ile sahneye çıkma modası mı kaldı? Bunu bu kadar sahiplenmek neden?" diyecek gibi oluyorum;  sonra aklıma Ajda Pekkan geliyor, susuyorum.  70'ine merdiven dayamış birisi bir nebze olsun bu geleneği aşmaya çalışıyor!  "TR'de neden bazı şeyler bu kadar mantıksız seyrediyor?"  gibi soruların yeri burası olmadığından, notumu düşüp devam ediyorum.




-İkinci evliliğini-  Ercüment Işıl adlı Galatasaraylı bir futbolcu ile yapıyor. Aslında bir arkadaşının bu beyden hoşlandığını öğrenince ikisinin arasını yapmaya çalışırken, erkek taraf asıl kendisinden hoşlandığını söylüyor ve evliliğe varan duygusal bir yakınlaşma başlıyor aralarında  (gibi gibi)...
Yaklaşık 10 yıl süren bu ilişkiden,   oğlu Ömer ve birkaç kez beraber sahne de aldıkları  -birlikte  Feraye  türküsünü söylerlerdi-   1947 doğumlu kızı Feraye dünyaya geliyor.

        Yanlış hatırlamıyorsam,
-son evliliğini-  Arabistan'ın Türkiye büyükelçisi ile yapmıştı.   Evliliği uğruna sahneleri bıraktığı Tevfik Hamza Bey adlı bu adamdan hep sevgi, şefkat ve övgü ile bahseder; daima kalbinde olduğunu ima ederdi.

"Hayatımda ilk kez bir erkeğin, omuzlarımdan bütün yükü alarak beni sevebileceğini onda gördüm" demiş.  Aralarında güçlü bir sevgi bağı olduğu anlaşılabiliyor.

Türk basını ve Dış İşleri çevrelerinde, bu evliliği sonrası çıkan yazılardan ve dedikodulardan çok incindiğini ima ederdi konusu açıldığında. Gazeteciler ve saygın görünen elitlerin tavırlarına karşı eleştirileri, derin kırgınlıkları olan birisiydi.  Bu haberler ve söylentilerden eşinin mesleki olarak kınama alması sebebiyle mecburen ayrılmak zorunda kalmışlar sonunda.

      "1950'de evlendim 1951'de ayrıldım, yani sadece bir sene... Ayrılırken hâlâ aşıktık birbirimize. İstemeye istemeye ayrıldım. Çok direndi, çok mücadele etti ama olmadı, yapamadı. İşinden, sefirlikten aldılar. Ama ben çocuklarımı bırakıp ardından gidemedim. Çocuklarım daha çok küçüktü, Ömer çok küçüktü, Feraye okuyordu... Onları bırakamadım. Keşke bıraksaydım. Şimdi hepsi evlendi  çoluk çocuk sahibi oldu."

          diyor Posta gazetesinde yayınlanan bir söyleşinde.


Bu ilişkisi bitince kendisini geri çekmiş, on yıl kadar bir süre teknesinde yaşamış. Hayvan sevgisi de büyük olan biriydi... Hiçbir zaman ağlak bir kadın olmadan,  neşesini yaşatma mücadelesi içerisinde,  kışın sabah serininde denizde yüzen;   kibirli olmadan, hava atmadan sahnelerde kalmış ve pek çok genç yeteneği desteklemiş biriydi. Hakkında hep "Türk sanat müziği şarkıcısı" deniyor;  oysa  Feraye, Ormancı, Haydar Haydar  gibi pek çok türküyü sanki kendisi yakmış gibi söylerdi.

Yirmi küsür yıl sonra,  bir hava alanında Avustralya'ya mı yoksa başka bir yere mi konser vermek için gitmek üzere uçak beklerken, eski eşi ile bekleme salonunda karşılaşmışlar.   Meğer kendisiyle aynı uçakta Tevfik Hamza Bey'in oğlu da varmış, Müzeyyen Senar'ı görüp babası karşılamaya geldiğinde bundan bahsetmiş. Göz yaşları içerisinde kucaklaşıp ağlaştıklarından ve bol bol eski günlerden sohbet ettiklerinden bahsetmişti. Vedalaştıktan kısa süre sonra da adamın kalp krizinden öldüğü haberini almış zaten.  "O benim onu sevdiğimden daha fazla sevdi beni"  diyordu.

      TV ve ilintili şeyleri uzun zamandır izlemediğim için, ölüm haberlerinde bunlar söylendi mi bilemedim,  paylaşmak istedim.
Allah rahmet eylesin.



Vefatı sonrası paylaşılan, defalarca dinlediğim videolardan biriydi bu. Türkiye'deki yozlaşmayı birçok açıdan izleyiciye sunan Muhsin Bey filminin ilk sahnelerinde de kullanılmış oysa. Ama fark edememişim demek ki...     Bu nasıl bir yorumdur yarabbi!


      Müstesna bir kadındı,  sadece meslek hayatı ile filan değil.   Az görülen bir güç ve sağlığa sahipti mesela. Avcılıktan tutkuyla haz alıyordu. Şuh salon ortamlarında şarkı söyleyen,  ama "salon kadını" olmayan bir kadındı.   Son yıllarına kadar tuttuğu ve kavradığı elma, ayva gibi sert meyveleri birkaç saniye içinde eliyle ortadan ikiye çatlatabilmesi ve cam bardak yemesi bana ilginç gelmiştir örneğin  :)

Veya küçük yaşlardan itibaren kekeme olan bir kızın şarkı söylerken bülbüle dönmesi ve zamanla dilinin açılması...
Zeki Müren, Bülent Ersoy, Muazzez Abacı gibi isimleri yolun başında destekleyip sahneye hazırlaması ve her biri Türk sanat müziği çizgisinde olan bu kişilerin şöhret ihtimallerini ezmemesi de cabası.

Eski şarkılarını dinlerken, bazı yerlerde sanki Zeki Müren yahut Bülent Ersoy okuyormuş gibi geliyor. Bu isimlerin kendisinden bu kadar etkilendiklerini bilmezdim, oysa Senar bunları anlatmış zaten kimi söyleşilerinde.




~ Söyleşilerinden Kısa Kısa ~
  • _Neyin özlemini çekiyorsunuz?
    _Evimde oturmanın özlemini çektim hep. Bir de tek bir evlilik yapmanın özlemini çekiyorum. Bir kocayla hayatım geçsin isterdim. Yaşlılığımı onunla geçirmek isterdim.



  •       "Mutluluktan uçtuğum bir evlilik yaptım ben onunla...   Bir gün Çin Sefaretinde bir davet vardı. Sefireydim artık ve ilk kez sefire olarak bir davete gidiyordum. Kapıda Çin sefiri ve sefiresi bizi karşıladı. Fransızca konuşuyorlardı, anlamıyordum. Hepimiz salona doğru yürüdük. Ben Çin Sefiri'nin kolundaydım, Tevfik Hamza Bey de onun eşine refakat etti. Salona girdiğimizde herkes bizi süzüyordu. Ben sürekli tebessüm ettim, rüyada gibiydim.  İçimden  ‘Hey koca Müzeyyen, alın yazında bu günleri de görmek varmış’  dedim. Dans müziği çaldı. Kocamın güçlü kolları arasında dans ediyordum, yorulmak nedir bilmiyordum. Dedim ya çok mutluydum! Daha sonra içkimizi tazelemek için salonun bir köşesine geldim. Bir baktım arkamda bir ses, benim hakkımda konuşuyorlar. Duymamı özellikle istediklerinin farkındaydım. Benim için ‘O mu şekerim, Müzeyyen canım. Şarkıcı Müzeyyen’,  yanındaki  ‘Ne işi var burada?’  diyor.   ‘Şey canım işte,  o Arap elçisi var ya,  onunla evlenmiş’...   ‘Ama işte bunlar böyle olur. Şarkıcıdan ne olacak sanki?’  Dondum kaldım. Arkamı dönüp baktığımda konuşanlarla göz göze geldik.  Konuşanlardan biri o devrin Dış İşleri Bakanı'nın eşi Behice Köprülü idi. Çok sinirlendim. Tevfik Hamza Bey fark etti benim bozuk olduğumu ve ‘Ne oldu Müzeyyenim?’ dedi. Onu üzmemek için hiçbir şey söylemedim, ‘Hadi dans edelim’  dedim. Olayı kapattım."




  • Çoğu biyografide yazanın aksine; iki değil üç çocuğu vardır kendisinin.   İki oğul (Ergun ve Ömer),  bir de Muğla türküsü "Ferahi"den esinlenerek adını koyduğu kızı Feraye.


  • Ölüm nedeni:

      "Klasik Türk Müziği'nin efsane ismi Müzeyyen Senar, tedavi gördüğü Ege Üniversitesi'nde sabah 7 sularında hayatını kaybetti. Müzeyyen Senar'ın kızı Feraye Işıl, AA muhabirine yaptığı açıklamada, zatürre teşhisiyle Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedavi altında tutulan annesinin bugün sabah 07:30 sıralarında vefat ettiğini kaydetti. Müzeyyen Senar 97 yaşında idi. Kısmi felç nedeniyle uzun süredir yürüyemiyor ve konuşamıyordu."
    (8 Şubat 2015 tarihli bir internet haberinden)













  • 70-80'lerde sahnelerdeki aktif şarkıcılık hayatına veda ediyor. 1972'de Maksim Gazinosu'nda sahnelere veda konserleri düzenleniyor.
                      250'nin üzerinde taş plağa okuduğu,   sayısını internet üzerinde net olarak bulamadığım pek çok 45'lik ve 33'lük plağa sahip olduğu söyleniyor. Özellikle 1930'lar ve 1940'lardaki sesi tabii çok çok farklı. Bizler genellikle bu sesini bilmiyoruz, yaşlılık dönemindeki sesi zannediliyor Müzeyyen Senar denince...


    1998'de "Bir Ömre Bedel" adlı, içerisinde pek çok ünlü ile düetleri olan bir albümü yayınlanıyor: Tarkan (Benzemez Kimse Sana), Nükhet Duru (Huysuz ve Tatlı Kadın), Nilüfer (Dalgalandım da Duruldum), kızı Feraye ile Feraye türküsü, ayrıca Ajda Pekkan, Sezen Aksu (Gülşen-i Hüsnüne-Canlı), Şebnem Ferah, Fatih Erkoç, Levent Yüksel, Kubat gibi...


    2004 Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda Müzeyyen Senar'ın 70. sanat yılı kutlandı.   Mustafa Yolaşan ve İzzet Öz'ün sunuculuk yaptığı gecede; Sezen Aksu, Ajda Pekkan, Emel Sayın, Özcan Deniz, Sertab Erener, Adnan Şenses, Sibel Can, Ahmet Özhan, Levent Yüksel, Aşkın Nur Yengi, Göksel, Fatih Erkoç, Mustafa Keser ve Mustafa Sağyaşar;  Müzeyyen hanımın sanat hayatı boyunca seslendirdiği eserlerden örnekler sundular.



  • Şarkı söylemenin "bağırmak" olarak algılanmasından rahatsızdı. Bağırmadan şarkı söylemekten yanaydı. Yorum olarak genç yeteneklerden kimi beğendiği sorulduğunda "Sibel Can" demişti bir yerde.   Ayrıca 1998 yılında kendisine verilen Devlet Sanatçısı ödülünü de kabul etmemişti.  Onlarca kişiye bu ödül verildikten sonra kendisinin akla gelmesine incinmiş olmalı.



  •  2005 yılında “Cumhuriyet'in Divası Müzeyyen Senar” adlı kitap Remzi Kitabevi tarafından yayınlandı.  Radi Dikici'nin kendisi ile yaptığı sohbetler ve araştırmaları sonucu ortaya çıkan bu kitabın tanıtımı için Senar ekranlarda birkaç programa da çıkmıştı.

    Uzman TV,  Radi Dikici ile Müzeyyen Senar üzerine yapılmış bir dizi söyleşiye yer vermiş, kısa kısa bir dizi video,  izlemeye değer.
    Ben sadece ikisini paylaşıyorum burada:



    • Okan Bayülgen'in bir dönem yapmış olduğu ZAGA isimli programa konuk olduğu bölüm özel bir yayındı. O yıllarda "yok antipatik, yok şu bu" diye Bayülgen'e boyalı basında burun kıvrılırken;  Müzeyyen Senar gibi pek ekranlara çıkmayan büyük bir ismin  gecenin bir yarısı bu şova çıkmayı kabul etmesi bile bir enstantane idi,  anlayana...

      Yaş grubu itibariyle benim de kendisi ile tanışmam ve sevmem bu program ile oldu. Ancak maalesef şu an internette bu bölümle ilgili hiçbir görsel materyale ulaşamadım. Belki ayrıntılı bir okurluk yapılırsa Ekşi Sözlük'te ilgili tarih ile ilgili birkaç entry'e rastlanacaktır diye düşünüp oraya da baktım, ancak Ekşi'deki bilgilerin hiç bir kalıcılığının olmadığını bir kez daha görmüş oldum maalesef   :(

      Bu programdan yaklaşık üç sene sonra (2006), Bayülgen'in hazırlayıp sunduğu Televizyon Makinası'na da çıkmıştı. O güne ait bir video kaydını çok şükür bulabildim!  Kısa bir şey,  silinmezse eğer linki şu:
      Televizyon Makinası,  4 Mart 2006




  • Müzeyyen Senar avcılığa düşkün biriydi.

    İyi bir avcı ve atıcı olduğu söyleniyor. Bursa'da gecesinde konsere çıktığı zamanların sabahında avlanmaya gittiğini anlattığı bir anısını dinlemiştim sanki  :)


    • “Ben kavga ederim, kavga ayırırım. Adam dövmüşlüğüm de vardır.   Bir defasında Çengelköy'de, 10 lira taksitle aldığım kürküm üzerimde salına salına yürürken, adamın teki arkadan el attı. Bir vurdum, yere yapıştırdım! Orada oturan bir paşanın oğluymuş.”

    • “Dolu dolu yaşadım. Ve de sağlıklı. Dahası bazen hiçbir şey içmeden, sadece kendi sesimden sarhoş olacak kadar mutlu.   Hayatta her şeyim oldu; mücevher, kürk, ev, han, hamam... Hepsi gitti. Umurum değil. (Kömür karası terrier köpeğini sevgiyle kucağına alarak) Şu gördüğünüz dört ayaklılardan başka kazık yemediğim kimse kalmadı. Ne çok aldatıldım, bir bilseniz! Her seferinde bile bile aldandım ama elimde değil. Neyse canım sağolsun,  önemli olan sağlık.”
      (Müzeyyen Senar anılarından)


      “Hamam merakım her zaman vardır.   Karnım burnumda olduğu halde, 1 Şubat 1947 günü hangi akla hizmetse, Galatasaray Hamamı'na gittim. Hamama yeni girmiştim ki, birden sancım tuttu. Dışarı çıkıp hemen doktor Bahar'a telefon ettim. O da 'Çabuk eve dön' dedi.  Ev çok yakın olduğu için Nazmiye koluma girdi ve yürüyerek eve geldik. Doktor muayenesini yaptı ve 'Saat üçten evvel doğurman söz konusu değil, ben buraya uzanıyorum, üçte uyandırın' dedi. Biz her türlü hazırlığı yaptık. Saat üç olunca Bahar kalktı ve beni tekrar muayene ettikten sonra 'Vakit tamamdır' dedi. Gerçekten birkaç dakika sonra doğum gerçekleşti. Bir kız çocuğum olmuştu. Sevinçten çıldırmıştım.  "Feraye'dir bu kızın adı!"  dedim.”
      (Müzeyyen Senar Biyografi,  Remzi Kitabevi)



    Müzeyyen Senar, Eylül 1952'de on günlük bir seyahat için gittiği İngiltere'de BBC Türkçe için şarkılarını kaydediyor. (27/09/1952 ©BBC)   Sağdaki resimde,  çocukluğumun sanat müziği şarkıcılarından; sahne hakimiyeti, sesi ve fiziği ile özel yeri olan  (ve maalesef şu anda internette hakkında çok az şey bulunabilen)  Sevim Tuna ile...
             Aşağıda Zeki Müren, Bülent Ersoy ve Safiye Ayla ile çekilmiş çeşitli resimleri...






    Ekstra Okumalar:
    1. "Son röportajını Posta'ya verdi"  Müzeyyen Senar komaya girip konuşma yetisini kaybetmeden önce son röportajını Posta'nın pazar ekinden Suna Akyıldız'a vermişti. Bu konuşmayı yaptıktan kısa bir süre sonra felç geçirdi. İşte o röportaj.
    2. "Cumhuriyet’in Diva’sına veda…"  Yıldıray Oğur  ölümü sonrası yazmış bunu. Özellikle son yarısı ibretlik. Kadın ve Özgür olmanın bedeli bu baskı topraklarında ne kadar zor?
    3. "Fasl-ı şahane gibi bir hayat"  Erdal Şafak - Sabah (16 Temmuz 2005)
    4. Sanatçının yaşamından kesitler içeren bir  NTV videosu
    5. 'Öz Feraye'yle Bodrum buluşması - Nur Çintay A.'nın bir Radikal yazısı, Ocak 2006 tarihli.
    6. Kendisi ile yapılmış bir video söyleşiden çok kısa bir bölüm, biyografi.info sitesinden:  tıklayınız
    7. "Cumhuriyet Musikisinin Divası"  Yazar Birgül Çetin'in 2012'de yayınlanmış biyografik yazısı


    Kaydın yazıya sığmayan diğer etiketleri:  Edebiyat,  eğitim,  para,  kibir,  80-90s,  Tarih?,  2015

    Hiç yorum yok: