30 Kasım 2021 Salı

  AİLE AİLE  dedikleri
            (Ve aile kutsal mıdır?)


Özellikle Facebook başta olmak üzere çeşitli sosyal medya platformlarında (hele bayram dönemlerinde, anneler günü, babalar günü vs)  onlarca sayıda boy boy aile fotoları görmekteyiz. Bunların altında "ailenin değeri, güzelliği, vazgeçilmezliği, kıymeti" ile ilgili nasihatler ve akıl vermelere de sıklıkla rastlamaktayız.

Kulağa hoş geliyor; üstelik insanın yalnızlığının zararlı etkilerine karşı da güvenli sular bunlar.  Ama gerçeği yansıtmıyor tabii.

Özellikle günümüzde çekirdek ailenin önemini ve vazgeçilmezliğini reddedecek değilim. Fakat "Hayatta sahip olduğumuz en değerli şey ailemizdir"  diyecek kadar da insanları zehirlemek istemem. Aslında insanlara erişmeye ve dokunmaya tek konuda gücüm yetse, olmayan değerler ve olmayacak dualara amin dememeleri üzerine kurgularım bunu.

Dünya çapında değişen teknoloji ve yaşam koşullarının, sürekli güncellenen değer yargılarının gölgesinde, geçmişte anlatsalar asla inanmayacağımız hızda ve etkinlikte her şeyin temelden değiştiği,  adeta bir değişim-yıkım-dönüşüm çağının içine girmiş bulunmaktayız. Aile de bundan nasibini alıyor tabii. Genel geçer güzel teşvik edici sözler,  sahada ve gerçekte sapır sapır dökülüyor. Evlilik ve aile adeta bir hayal kırıklığı jenaratörüne dönüştü. Haliyle nasihatler de artık kimsenin kıymet vermediği sıkıcı sözler olarak değerlendiriliyor.


Tabii bu durumda eski nesiller "yeni gençlik" dedikleri o kendilerinden bağımsız gibi kurguladıkları jenerasyonlara karşı bütün eleştiri oklarını yönlendiriyor ve tüm kabahat onların-mış gibi bir bakış açısına giriyorlar.  Mesela hayatında  para - iş / kariyer - arkadaşları - tv / dizilerden başka hiçbir şeye yeri ve zamanı asla olmayan annem bile yaşıtlarının yanındayken  “aile değerlerinden, yeni gençliğin sabırsızlığından ve kıymet bilmezliği”nden  filan bahsedebiliyor.

Yani özür dileriz 50 ve 60'lar nesli ama bize bıraktığınız dünya bok gibiydi. Üstelik her şeye rağmen hâlâ kendinizi bulunmaz Hint kumaşı gibi görüp her durumda en haklı, en iyi, en doğru, en ilerici, en en en olan sizler ve yaşıtlarınız ülkede siyaset dahil olmak üzere, nereye dokunsanız karartıp içinden çıkılmaz düğümler atarken;  tüm yüzsüzlükleriniz, açgözlülüğünüz ve vicdansızlıklarınızla mutlu mesut yaşarken  bir de çıkıp "yüzleşme" filan demiyor musunuz,  durmadan gençleri eleştirmiyor musunuz,  trajedi bile ortadan çatlar bu haliniz karşısında.


      Ortada bir  "aile"  varsa,  özgür irade ile paylaşılan zaman ve değerler varsa, iyi günde kötü günde öyle böyle beraber yürüme hali varsa;  kıymetini bilip zorlu dönemlerde sabır edeni anlarım da öteki türlüsü düz salaklık ile mazoşistlik (kendi kendine ızdırap çektirmekten zevk alma) haline denk düşüyor. Hiçbir şey de zamanla güzel olmuyor, düze çıkmıyor.  İşte bunun bir kanıtı da bu blog çalışmasıdır. Son yazımı yayınlamadan önce  aile  üzerine eski notlarıma şöyle bir bakayım dedim ki meğerse başladığım 2009'dan beri dön dolaş aynı şeyleri yazıyormuşum.

Bu da aile ve evlilik üzerine çok kısa özet geçtiğim, iki sene önceki tek kurşunluk denemem:   Ruh Halim

ve tabi  «Olmuyorsa Zorlamayacaksın»


27 Eylül 2021 Pazartesi

  Kölelik cidden kaldırıldı mı?


Ders kitaplarında diyorlar ki  "Kölelik kaldırıldı."
Yalan!  Asıl şimdi kölelik geldi.

Eskiden insanları ancak kırbaçlayarak, prangalar takarak, işkence yaparak zar-zor yaptırabildiğin işin çok daha fazlasını şu anda bunların hiçbirisini yapmadan yapabiliyorsun.  (Sadece cebine bir kredi kartı koyarak!)
Özel sektörde günde 12 saatin üstünde çalışmak artık sıradan oldu.  (Türkiye,  özel sektörde dünyada en uzun çalışma saatleri olan 10 ülke arasındaki yerini iyice sağlamlaştırdı.)  Haftada 1 gün izin verilirse buna şükrediyoruz. Öğle arasına 20 dakikayı çok gören patronlar ve insan müsveddesi müdürler var.  Covid ile sigorta konusu da çok yara aldı.

(Geçmişte Amerika'da köleliğin kaldırılması ile ilgili bir araştırma yazısına tesadüfen denk gelmiştim. Ayrıntıları olan, hukuki süreçlerle alakalı, bilinçlenmeyle aşılmış uzun konular. Çok olaylar yaşanmış tabii... Kölelerle ilgili çıkartılan bir yasaya göre 8 saatten fazla köle çalıştıramıyorsun ve 1 gün izin hakları var. Şimdi nerde 8 saat çalışma? 1 gün izin alabilmek büyük nimet bazı özel sektör kuruluşlarında.)

Yani köleliği kaldırmışlar ama şöyle:

Sadece belli bir ırkın veya rengin boyunduruğundan çıkartıp bütün dünya milletlerini köleliğin boyunduruğuna almışlar. Tabii insanlar kendilerinin özgür olduğu sanrısına kapıldığı ve öyle sandığı sürece problem olmuyor. Sadece istediği kıyafetleri alabiliyor,  marketten istediği gıdayı seçebiliyor,  istediği akıllı telefonu satın alabiliyor diye köle kişi kendini özgür sanıyor.

Çok büyük bir ilüzyon ve çok büyük başarı bu! Modern zamanın firavunlarına insanlar "firavun" demiyor; "hayırsever, yardımsever"  diyor.  Mesela "filantropist" diye bir kelime var,  onu kullanıyor.


"Bilgisayar" henüz daha gündelik hayatımıza girmemişti, 90'lar başıydı. Bilim Teknik dergisinde böyle bir icadın yapıldığını, ilk denemelerin gerçekleştiğini, gelecekte herkesin bu aletlerden kullanmaya başlayacağını, her eve ve işyerine gireceğini söylüyordu. Teknolojiye ilgi duyan hocalarımız anlatıyordu, bu konuda yazan yazarlar da az değildi:  "Nasıl ki hesap makineleri hayatı kolaylaştırdı, anında kaç basamakla kaç basamağı DOĞRU çarpıp sonucu veriyor; bu bilgisayarın gelişi de iş hayatında çığır açacak, yaygınlaşmasıyla çalışma saatleri azalacak; insanlar kendilerine, kişisel gelişimlerine, ailelerine, sevdiklerine, hayvanlara ve dahi doğaya daha çok zaman ayırabilecekler"di.
İddia buydu.


Çıktığımız yer ise, dünya tarihinde Mısır'da kölelerin bile çalışmadığı kadar uzun saatler çalışmak oldu. Üstelik bunu artık kırbaçsız yapıyoruz,  böylelikle "aydınlanmış" oluyoruz.
Demek isterim ki artık insanlar Mısır'daki köleler gibi oldu. Sadece kamçı ve prangaların yerini kredi kartları aldı, ve cebinde akıllı telefonu olan kendini özgür sanır oldu.

"Göz görmek, ayak yürümek, dişler çiğnemek ve her şeyden önce beyin çalışmak suretiyle en iyi haline ulaşır.  Atalet bize hâkim olmuş. İki yüz metrelik bir mesafeye bile vasıta ile gidiyor,  ikinci üçüncü kata asansörle çıkıyoruz.  Aklen, fikren, bedenen ve kişilik olarak geriliyoruz"  demiş Facebook'ta bir arkadaşım.  (Cuma Özüsan)

Teknoloji ve Bilimin gelişme hızıyla aşırı orantısız bir ruhi gelişim yaşanmakta. Ve bu durum "Hiroşima" gibi bir örnekte görüldüğü gibi, insanlık için çok daha büyük tehlikeler yaratıyor.

Görüyoruz ki imanın görüntüsünü verenler ruhuna sahip değil. Maneviyattan söz edenler, sadece para etrafında dönen bir hayat tarzı oluşumunu ülkede hızlandırdı.


(Geçen hafta Nüfus Müdürlüğü'nde bir işim vardı. İçeri girince baktım memurlarda ne kravat, ne düzgün kıyafet. İçerisi klimalı ortam olmasına rağmen, benim konuştuğum memur neredeyse göğsüne kadar gömleğini açmıştı. Ütüsüz gömlek ve kravatsız kombin olduğunu söylemeye zaten gerek yok. Fakat ne kadar ilginçse, mesela ülkede kasiyerlerin, reyon elemanlarının (çoğu şirketin şartıdır) siyah kot, siyah pantolon ve siyah ayakkabı şartı var. Öğretmenler, memurlar kafasına göre takılırken; sivil halka ve özel sektöre suyun her alanda durmadan sıkıldığı acayip bir düzen oluştu. Belki bir ara bunu daha ayrıntılı konuşuruz.)

15 Mayıs 2021 Cumartesi

 Bir dizi nasıl el birliğiyle batırıldı?


Nihayet bitti.
Sefirin Kızı,  Türk televizyonlarında son 20 yılın en özgün işlerinden biri olabilecekken;  değil "vasat" olmayı,  Kanal 7 filan da dahil tüm ulusal kanallar arasında haftalardır neredeyse en az izlenen Türk dizisi olarak kapanışını yaptı. Modern zamanlarda bir destan anlatısı olarak başlayıp,  2. sezon ortasında  benim kısaca  "KISS KISS story"  dediğim berbat bir pembe dizi  haline dönüştü.  (Güldürmeyen cinsten komedi de diyebiliriz.)
Eşi benzeri az görülebilecek bir çöküştü doğrusu.

Sonuçta Türk dizi tarihinde belki tek,  dünyada ise ender rastlanabilecek derecede  "saçma ve daldan dala"  bir senaryo izledik. O kadar ki gerçekten ismiyle hiç alakası olmayan  (adı "Sefirin Kızı" ama içinde sefirin kızı yok!),  dahası kendi hikayesiyle her bölüm kavga eden tek dizi oldu.

Çeşitli çıkar ve EGO çatışmaları nedeniyle bazı kişiler her tür başarısızlıktan dolayı Ocak ayında ayrılan Neslihan Atagül'ü sorumlu tutsa da;  ayrılışından sonra sert çöken reytinglerin asıl sorumlusu  "adeta yok hükmündeki  SENARYO",  ardından da oyunculuğu ile göz kanatan kişilerdi maalesef.  Buna bir de sosyal medyadaki fan gruplarının adeta herkese saldırması, dizideki bariz çöküşü dile getiren izleyicilere karşı başlattıkları hakaret ve linç dalgası eklenince seyirci daha da tepki koydu.


Çok merak ediyorum,  acaba orijinal yazarlar  (Ayşe Ferda Eryılmaz,  Nehir Erdem)  ne kadar büyük bir fırsatı kaçırdıklarının farkında mı?
Hatalı Gediz yazımı, "yastık bebek"te ısrar ve aynı bölümde hep birlikte sert dönen yan karakterler derken;  Menekşe ve Gediz'e bir türlü uygun bir hikaye yazamayınca onların uğruna NarSan'ı zedeleme sonucu düşen reytinglerle, sonunda 34. bölümde senaryo ekibinden tamamen çıktılar.  Acaba Türkiye'de ve dünyada ne kadar çok izleyicinin kendilerine karşı hem şükran hem kırgınlık taşıdığını biliyorlar mı?  Onca emek vererek,  kaç zaman ön hazırlıkla yarattıkları eserin üç haftada kasten yıkıldığını,  hem karalanıp / alaya alınıp,  hem de eski hikayeden sürekli kopyala-yapıştır yapıldığını gördüklerinde ne hissediyorlar?

Bu soruların cevaplarını hiç bilemeyeceğiz,  ama  Eylem Canpolat  ismini özellikle hiç unutmayacağız.  Anladık ki bazı senaristler "senarist",  bazı oyuncular "oyuncu",  bazı yöneticiler de "yönetici" değilmiş.

Eskisi ve yenisiyle kadın yazarlar,  yöneticisi bir kadın olan yapım şirketi,  kendi çiftimi sevdireceğim diye tacize uğramış bir karakter (Nare)  ve oyuncusuna (Neslihan Atagül) sürekli hakaret-iftira eden  (çoğu kadın olan)  takıntılı fan kitlesi ile baştan sona unutulmaz bir "kadına saygı"  ve  "insanlık gösterisi"  izledik.

Kumar bağımlılığı uğruna kızını adeta satmış ve torununu kaçıran bir adamı tümörle aklama,  akıl hastanesinden çıkmış eski eşini yeni eşiyle ziyarete gidip balayına çıkan uçmuş bir adam,  kopyala-yapıştır bir hikayede önceki oyuncu ile birebir aynı sahneleri kabul eden bir kadın oyuncu...  Duydum ki bunlar da varmış.

(Neslihan Atagül'ün ayrılışı ile diziyi bırakanlar en doğrusunu yapmış doğrusu.  Ben de iyi ki 27. bölümden sonra bırakmışım.  YouTube'daki kısa bölüm videoları bile çekilir gibi değildi.)



_Tecavüze uğradı.
_Bakire çıkmadığı için Sancar tarafından kulübeden atıldı.
_İntihara teşebbüs etti ölmedi.
_Yıllar sonra kızını Sancar'a teslim etmek için geldiği konaktan, gecenin bir yarısı kızıyla birlikte Sancar tarafından yaka paça dışarı atıldı.
_Sancar'ın annesinin azmettirmesi ile darp edildi, tecavüzden kıl payı kurtuldu.
_Sancar için kurşun yedi yaralandı.
_Babası tarafından şantaj yapılarak zorla sevmediği bir adamla evlendirildi.
_Yeni senaristler, zorla evlendirildiği nikahın fotoğrafının olduğu gazete sayfası ile pencere sildirdi.
_Kapanış.
(HandeDenizUs - Twitter)


Birkaç tane de ben ekleyeyim listeye:
Doğru olmadığı halde sürekli yüzüne  "Metres Nare!"  dendi,  hem de Sancar'ın dahi önünde defalarca.  Sevdiği adam tüm bunlara hep sessiz kaldı.  Erkek evlada hamile diye,  kızını öldürmeye çalışan Menekşe bile affedildi. Dizideki onca karakter sürekli dönerken, başından beri aslında en çok aynı kalabilmiş karakter olarak hep onun "dengesizliği" konuşuldu.  Çok saygın bir babanın hiç sevilmemiş ve sahip çıkılmamış (ruhen gariban) evladıydı.  Akıl hastanesinde doğurduğu kızı bile son mektubunu okumamış bir karakter, o derece.


Böyle bir kadını kurban etme, mağdur etme, ahlaklı özgür kadını ezme/karalama üzerine kurulu ağır dramatik bir senaryo var karşımızda. En çok yurt dışı satışı yapılmış dizilerden biri olarak, yabancı milletlerden kişilerin bile dediği gibi;  Nare rolunü muhteşem bir şekilde canlandırıp adeta ete kemiğe büründüren oyuncu Neslihan Atagül'ün hasta olması, Twitter ve sosyal medyaki bir avuç takıntılı EnTU fanı ve yine EGO takıntıları olan bir avuç hesaptan başka kimseyi şaşırtmıyor. Düşünün ki Türkçe'den diğer dillere eksik tercüme, veya yabancı dilde tam karşılığı olmayan bazı kilit kavramlara rağmen, geleneklerimizi ve törelerimizi bilmemelerine rağmen; onlar bile bunları görüp dile getirebiliyor;  ne var ki bizim ülkede sosyal medyada en başta seçilen hatalı  influencer'lar / fenomenler  nedeniyle senaryo ve senarist eleştirisi yapmak asla mümkün olmadığından;  diziyle ilgili her reyting kaybından, her hatalı hikaye edişten, her yanlış kurgudan  (her nasılsa!)  hep Neslihan Atagül sorumlu tutuluyor. Zaten zannedersem bütün bir Sefirin Kızı projesi Nare'yi karalamak ve Neslihan Atagül'e saldırmak için yapılmış gibi. Özellikle eski menajeriyle yollarını ayırdıktan sonra medyada ve Twitter'da artan saçma sapan karalama amaçlı haberlerin ulaştığı boyutlar insanı şaşırtacak cinsten.


Gelelim özel olarak  "yeni hikaye"ye:

(Senaryo yazarlığı kulüplerine filan gidenler varsa,  "nasıl hikaye yazılmaz?"  dersi alabilirler bu diziden.  Bu fırsatı kaçırmayın bence.)

Başından beri izlediğimiz bütün hikaye, geride kalan tüm karakterlerle beraber,  sırf  BLUE (Mavi) karakterini diziye çok hızlı bir şekilde sokmak için  fazlasıyla zedelendi veya yok edildi. Korkunçtu! Neredeyse tüm bölümler  (38-52)  kelimenin tam anlamıyla  "BLUE'yu yağlamak ve parlatmak" üzerine kuruluydu.  Yapay, sıkıcı ve geçmiş bölümlerden kopyalarla dolu bir "yeni hikaye" idi.  Ve izlenme oranları açısından büyük hayal kırıklığı yaşattı.

Görür görmez aşık olunup onsuz yapılamayan yeni kadının adı  "Mavi"  diye  tüm çekim mekanlarında BLUE perde, BLUE yastık, BLUE tablo, çocuk-büyük ayırt etmeden BLUE elbise, BLUE kazak... Tam bir aşırı doz subliminal mesaj sağanağı yaşadık, Mavi rengine ziyadesiyle doyduk!  Ayrıca yeni gelen aktrisin oyunculuk becerisi de bir hayli tartışmalara neden oldu.

Öyle bir kişi düşünün ki rutin Instagram videolarındaki oyunculuğu dizidekinden çok daha iyi ve özenli olsun. Üstüne de eşi benzeri görülmemiş bir medya ve PR desteği ekleyin. Anladığım kadarıyla ağlayamayan, acı çekemeyen, en trajik sahnelerde duygu geçiremeyen, oldukça kısık sesle konuşan ve bu nedenle bazı sahnelerde ne dediği anlaşılamayan garip durumlar izleyicileri oldukça şoke etmiş ki,  (üstelik fanların seri hakaretlerine rağmen)   pek çok video altı yorumda defalarca dile getirilmiş.

Tüm bunların yaşanacağını daha önceki yazımda tahmin etmiştim hatırlarsanız.

Eylem Canpolat  Ocak ayında verdiği bir söyleşide hayallerindeki çifti yazmak için diziye geldiğini,  derin ve özel bir hikaye olacağını söylediğinde  (ne dese tersi çıkan birisi)  "FAST LOVE  yazacağını,  Neslihan Atagül diziden ayrıldıktan hemen sonra anında yıldırım aşkı yazıp projeyi hızla batıracağını"  anladığım için  21 Ocak 2021'de  Sefirin Kızı - VEDA  notlarını yazmıştım.  Öngörülerimin neredeyse tamamı doğru çıktı.

Özellikle Nare-Sancar aşkına yuva olmuş,  dizide kritik bir mekan olan  kulübede  bu aşkı başlatması,  zaten büyük bir midesizlik ve rezaletin dibi idi.  Sancar'ın güya kızı Melek için tekrar aynı yerde yaptığı kulübe yeni kadının mekanı oldu.  (Mavi panjurlu,  mavi kapılı olduğunu not etmeme gerek yok herhalde?)

Muğla'nın belki de en zengin adamı olarak portresi çizilen Sancar'ın bütün kadınları ile aynı kulübede aşk yaşamasına gerek yoktu. Yeni senaryo ve yeni aşk yazımı için illaki geçmişin ve Nare'nin karalanmasına gerek yoktu.  Sancar, Melek, Kavruk, Elvan hepsinin karakter olarak altının boşaltılmasına gerek yoktu. Ama dediğim gibi, bunlar zaten SK'ya katkı sağlamaya değil;  NarSan'ı yıkmaya;  Eylem'in yarattığı EnTu çiftini  Engin Akyürek'in en favori çifti yapmaya  ve adeta  KPA-2  yazmaya gelmişler.

Yeni aşkı ısrarla kulübeden başlatması ve parmağında evlilik yüzüğü olan bir kadınla ertesi gün aynı yatakta uyandırma gibi Sancar karakterine ters hareketler zaten yazarın iyi niyetle gelmediğini net olarak ortaya koydu.  "Kulübesiz" ve "Gece'siz" de yazılabilirdi yeni hikaye. Ancak bunlar seyirciye saygısızlıkta çığır açmakta geri kalmadılar. Harley Quinn  ile Twitter'da kadın duyarı kasmaca ile başlayıp,  yeni kadınla beraber eski kadını ziyaret ile bitirdiler. Asla hiçbir uyarıyı dikkate almadılar ve seyircinin sinir uçlarına ısrarla bastılar.

Özetle, yeni yazar ekibi 3 bölümde diziyi kasten batırdı: 35, 36, 37. Özellikle Eylem Canpolat'ın 38. bölümden sonra derhal uzaklaştırılması gerekirdi ki bu konuda farkındalık yaratmak adına Twitter'da çağrı yapmıştım o zaman, ancak Engin Akyürek fanları delirmiş gibi tepkiler verdi. İlk defa bir dizide bir fan grubunun  "dizi yeter ki devam etsin" diye  kendi şöhretine ait karakterin göçertilmesine destek verişine şahit olduk.  Tuhaf bir deneyimdi.

Çocukça hareketler, EGO çatışmaları, ve meydanı boş bulan insanların "fanlık" bayrağı arkasında ona buna kontrolsüzce saldırıp iftira attığı;  her salı günü reytingler açıklandığında  (ayrılışının üzerinden dört ay geçtikten sonra dahi)   Neslihan Atagül'e saldıran,  (Hivda Zizan Alp/Elvan,  Esra Kızıldoğan/Müge dahi  Neslihan Atagül ile ilgili olumlu paylaşımlar yaptılar diye karalamaya maruz kaldı)  ama asla ve asla ne "yazamayan" ne de "oynayamayan"a tek laf etmeyen fanları ile,  dünyada kendi hikayesi ile durmadan kavga ederek sonuna ulaşan, Türk televizyonlarının en az izlenen dizilerinden biri olarak noktalandı.  İzleyenlerin çoğu da Elvan-Bora (ElBor) ve bir dönem Dudu ne yapacak diye izledi. Yani yan karakterler asıl çiftin çok daha önüne geçti.

Bu arada EnTu fanlarının senariste ısrarla  "KISS de KISS,  halvet de halvet!  Daha çok öpüşme ve yatak sahnesi isteriz!"  diye yalvarışlarına tanık olduk.  Artık EnTu fanlarına özel yazılan bir dizi olduğundan,  Türk dizi tarihinde tek bölümde en çok öpüşme yazılmış dizi dahi oldu.
Aşağıda EnTU ve Tuba fanlarına ait birkaç paylaşımın görselini sunuyorum.



Yani anlaşılacağı üzre,  en baştan beri diziyi izlemekte olan bir kişinin yeni hikayeyi izleyip sevebilmesi için mantık ve beynini iptal ettirmesi,  hafızasını da bulanıklaştırması gerekmekte.

9 yıl sevdiği kadını  (hem de onu aldattığını düşünmesine rağmen)  beklemiş Sancar,  Nare'nin düğün gecesinde geri dönüp 34 bölümde birlikte yaşadıkları  "uçurumdan atlamak" dahil  onca olaydan sonra gördüğü ilk kadına aşık olup uçkur derdine düşmüş ve cerrahi operasyonla karakteri alınmış basit bir adama dönüşmüş...  Mistik bir tarafı da olan,  derinleri görebilen Kavruk çöpçatan bir yavşak olmuş...

Düşünün ki kendi öz amcasına hitabederken dahi "amca" değil "Yahya",  halasına kendi adıyla "Zehra" demek gibi bizim kültürümüzde  (benim arzu ettiğim ama maalesef hoş görülmeyen)  bir tarzı olan Melek bile Mavişi görür görmez iki-üç bölümde kadına  "anne"  diyor!  Dizideki neredeyse herkes gibi o da  BLUE ile  (izleyiciye hiç bir duygu geçirmeyen)  yapay bir ilişki geliştirerek,  kendisini çok derin seven öz annesi Nare'yi siliyor. Zaten bütün hikaye BLUE'yu parlatmak ve ne harika bir kadın olduğunu anlatmak üzerine kurulu.  Dokunduğunu iyileştiren bir BLUE görmekteyiz adeta!   (KÜLT?)


Bu dizide altın yumurtlayan tavuğu kesen yönetimse adeta "nasıl iş yapılmaz?" dersi verdi.  Özellikle dünyanın dört bir yanındaki yabancı izleyicilerinin yorumlarını okursanız;  onları ilk etkileyen şeyin dizinin jeneriği,  otantik ve yöresel müzikler olduğunu;  sonra da başrollerdeki Neslihan Atagül ve Engin Akyürek arasındaki muhteşem uyumun onları içine çektiğini,  Meleğin bizim gibi onları da çok etkilediğini görürsünüz.  Bu yapım şirketi ise,  ne bu uyumları kullanabildi ne de kıymet bildi.  Jenerik ve özgün müzikleri yapan-seçen Gökhan Kırdar'dan sonra Neslihan Atagül'ü de harcayarak,  vasat bile olmayan bir senaryo ve olmayan bir uyuma yelken açmayı tercih etti.  Gediz'i oynayan Uraz Kaygılaroğlu'nu parlatma adına çıktıkları yolda sonunda Gediz'i saçma sapan bir sonla öldürdüler ve dizide çirkin bir şekilde  (fotoğafıyla cam sildirerek)  veda ettiler. Sonrasında ise dizi adeta  BLUE dizisi  haline dönüştü ki resmi kanaldaki jenerikler, foto ve video paylaşımlarının çoğunun BLUE ile kapaklandığını zaten tek bir tıkla görebilirsiniz.  Takdiri seyirciler izlenme oranları (reytingler)  ve türlü tepkilerle zaten verdi.


Son olaraksa şu notu düşeyim,  bu bütün Türk dizileri için geçerli:
Eğer oyuncuların Instagram paylaşımları,  işin kendisinden daha çok konuşulmaya başlanmışsa,  o zaman o dizi için de,  Türk sinema-tv sektörü için de zarar-ziyan başlamış demektir.

(Tuba Büyüküstün, senarist arkadaşı Eylem Canpolat ile birlikte)



21 Ocak 2021 Perşembe

  SEFİRİN KIZI  -  VEDA


15 yıldır izlediğim tek Türk dizisi olan, gerek hikayesi gerek oyunculuğuyla beni çok etkileyen, hakkında pek çok yazılar yazdığım  Sefirin Kızı  benim için 36. bölüm itibariyle bitmiştir.

Aslında daha önce 27. bölümde bırakmıştım; ısrarla yazılan "hain,  yılışık-yapışık" Gediz karakterinin güzellenmesi ve  "Aşk Üçgeni"  gibi zikzaklı bir rotaya tekrar dümen kırılması  (akvaryum süs balığı gibi Nare'yi bir Gediz bir Sancar arasında dolaştırmalar);  dahası Menekşe'nin göz kanatan ve bezdiren "sahte hamilelik - yastık bebek"  hallerinden fenalık gelerek...
Ancak yeni senaristlerin gelişi, hele ki Engin Akyürek'le daha önceden Kara Para Aşk  gibi ciddi bir işe imza atmış, deneyimli bir senaristin gelişi izleyicilerde büyük bir umut yaratmış, benim gibi vedalarında net biri dahi bu rüzgarın tesirinde kalmıştı.  Fakat tam 36. bölümün yayınlanmasına dakikalar kala öğrendik ki  Neslihan Atagül ve Nare karakteri komple diziden çıkartılmış!

Neslihan Atagül'ün devam eden ciddi bir bağırsak rahatsızlığı yaşadığı, iki haftalık izin alması, dinlenmesi gerektiği,  ani ayrılığın şoku filan derken... Sadece birkaç saat sonra bir de ne öğrenelim,  diziye Tuba Büyüküstün  geliyor!  SK hızına yetişemiyoruz artık, kim giriyor kim çıkıyor belli değil o derece.

Herkes o kadar şok oldu ve o kadar heyecana girdi ki, yeni senarist Eylem Canpolat ile  Medyatava sitesi hemen bir  söyleşi  yaptı. Dikkatle okuduğum o iletişimdeki iki nokta özellikle çok dikkatimi çekti ve beni düşündürdü:

Orada diyor ki, "Yıllardır en büyük hayallerimden biri Tuba ve Engin'le yeniden beraber çalışmaktı."  Sonra Nesli de hasta olunca bunu fırsat bilip kendi planımı devreye soktum'a getiriyor lafı.

Yani biz #SefirinKızı izleyicileri olarak  en başta bize vaat edilmiş o destan olmuş, adına türküler yakılmış Nare - Sancar aşkını izlemeyi beklerken... Sancar'ın ve Nare'nin geçmiş hayatları üzerine ışık tutulmamış onlarca boşluk varken... Yeni senaristin çok başka fantazileri ve yeni bir "prenses" getirmek için acelesi varmış ki  Nare apar topar şutlandı.

Ne vaat edilmişti,  ne umduk ne bulduk yani bu dizide...  Üstelik çok seven,  "yarıcının oğlu"na karşı sadakatini her koşulda koruyan Nare  "terk eden kadın"  olmuş; 2.bölümde babasına "Ölsem gene unutmam ben annemi!"  diyerek ağlayan Melek,  annesini tek kalemde bencilce silmiş...  Sevgiyle büyütülmüş;  annesinin son mektubunu yırtabilecek,  onu sebepsiz bırakabilecek, veya unutabilecek bir çocuk değil ki Melek?

Hatırlarsanız eski senaristlerde de aynı sorun vardı, yenisi de senaryodaki ana sıkıntıyı aşamadı. Sürekli dinmeyen çelişkiler ve yap-bozlar izliyoruz.  Nare ile Gediz'i evlendirip, sonra da Nare'nin fişini çekmek nedir Allah aşkına?


Tamam, Neslihan Atagül rahatsızlığı nedeniyle diziden ayrılmış olabilir, tabii keşke olmasaydı ama yapacak bir şey yok, dizi devam ediyor. Bazı  alternatif çözümler  akla geliyor,  ihtimaller:

_Nare karakterinin oyuncusunu değiştirmek.
(Yabancı dizilerde karşılaşabildiğimiz bu durum bizde pek uygulanmıyor nedense.  Onun yerine  "gitsin esas kız  gelsin yeni kız"  anlayışı revaçta.)

_Nare bir anda ortadan kaybolabilir, kimse ne olduğunu nerede olduğunu bilmeyebilir,  Sancar onu aramaya başlayabilirdi.  Veya hafıza kaybı geçirebilir,  tedaviye alınabilirdi.

_Neslihan Atagül'ün tedavisi tamamlanana kadar yeni bir kadın konuk oyuncu diziye katılabilir,  #NarSan aşkı  bir testten daha geçebilirdi.

_Diziye heyecan katıp ilgiyi artıracak  "konuk oyuncu"  içeren  çok farklı ihtimaller yazılabilir.

Bir - İki bölüm yan karakterlerin yanı sıra baba-kız sahneleri (bir daha "cici anne" Menekşe ile yaşadığı sorunların benzerini yaşamak istemeyen Melek'le derinleşen sohbetler,  "Baba beni bırakma!" vs)  sonrası bir kadın oyuncu girişi.  Bu yeni kadın çok güzel ve çok zeki bir iş kadını olabilirdi mesela. Ölen Gediz'in yerine dişli bir ortak girebilir, zamanla kadının herkesten gizlediği başka niyetleri ve gizemleri çıkabilirdi.  Veya Meleğin doktoru, psikoloğu, özel ders vermek için konağa gelen bir öğretmeni, hatta müzik hocası bile olabilirdi. 6-7 bölüm sonra iyileşirse Neslihan Atagül (Nare) geri gelebilir,  kim bilir neler yaşanabilirdi?

_Nare karakteri ve Neslihan Atagül'e, dizinin ruhunu kanatmayacak şekilde bir veda.  Ertesinde yeni sayfayı  kök seyirciyi fazla kaybetmeden açma hamlesi.

("Melek'siz nefes alamam!",  "Melek için yaşadım, Melek için öleceğim"  diyen Nare'den  "Çocuğumu bile olması gerektiği gibi sevemedim" diyen zombiye evriltilerek değil!  9 senedir onu aldattığına inanmasına ve en baştan beri başka âşıklarıyla gönül eğlendirdiğini düşünmesine rağmen sadakatle beklemiş Sancar'a bir kalemde, bir gecede her şeyi sildirerek değil.  "Sefirin Kızı'ndan sefirin kızını atmak" gibi  riskli bir seçim  yaparken  bu kadar lakayt davranarak değil!)

Üstüne basarak söylüyorum:  Nare'yi ve NarSan'ı karalamak sadece ve sadece diziye zarar verir. Üstelik Sancar karakteri de bundan zedelenir. Yeni yazarın niyetleri şaibelidir;  zira yeni 1 sayfa açmak için Nare'nin ve geçmişin karalanmasına,  hakir görülmesine gerek yoktur.

_Nare'nin artık küçük bir yan role indirgenmesi.  3 saatlik dizide belki 15-20 dakikayı aşmayacak şekilde onun da hayat akışı verilirken, Sancar'a adım adım gelişen yeni bir ilişki yazılması.  Nare belki artık Muğla'da yaşamayacaktı,  yurt dışında veya belki İstanbul'da... Muğla'daki arkadaşları, tanıdıkları, ama asıl olarak kızı Melek ile konuşmaları,  belki onun sosyal medya paylaşımları ile Sancar'ın hayatından arada haberdar olacaktı.

Unutmayın ki bu dizi Nare üzerinden anlatıldı hep. Dizinin ilk sahnesi bile Nare ve Akın ile başladı. Ardından Nare'nin kızına hızla durumu açıklayıp yaptığı planı anlatması ve sefirin imzasını taklit ederek sahte imza sirküleri gibi bir şeyle apar topar kafasında kurduğu planı devreye sokması ile Türkiye'ye kaçış.

Sonrasında da hikaye genelde Nare üzerinden ve onun çerçevesinden anlatılmışken;  çıkışı da gelişi gibi DAN DİYE yapılsa dahi bir kök mantığı olmalıydı.  Yani  dizinin adı  bile  "Sefirin Kızı"!

Haa illa her bölümde Nare yer almak zorunda da değildi,  sadece çok kısaca onun hayat akışını da görebilirdik. Neslihan Atagül veya onun yerine diziye girecek bir oyuncu yapabilirdi sanırım bunu.

_Sonra nasıl ki Sancar'dan uzaktayken  onca acıya ve kızgınlığa rağmen,  babasını kızına  (belki az ama)  hep sevgiyle anlatan bir Nare vardı;  Nare'nin ardından da kötü konuşmayan bir Sancar görebilseydik keşke! Çok güçlü sevgisiyle destana dönmüş kendi sevdasına ve Meleğinin annesine bu kadar gaddarca davranmayan,  yıllarca beklediği Naresini bir çırpıda harcamayan bir Sancar.

Bu şekilde dizinin ilk bölümünden beri özgün bir Efe ve dağ gibi bir adam olarak karşımıza çıkmış Sancar karakteri de yara almadı mı? 9 sene beklediği ve uğruna bu kadar savaş verdiği bir kadını böyle bir çırpıda siliverdi.  Sancar karakterini bari göçertmeseydiniz? Hadi Nare'yi sildiniz, bari geriye kalacak Sancar'ı daha zedelemeyin.

Sancar, Türk dizilerinde daha önce karşılaşmadığımız farklı bir tip. Engin Akyürek de bu tipi muazzam bir oyunculukla adeta ete kemiğe büründürdü. Bırak öldürme o nihayet içindeki sevgiyi çözmüş Sancar'ı.

Artık belli ki ne Melek eski Melek, ne Sancar eski Sancar olacak. İsimler aynı,  ve belki bazı mekanlar hala korunacak.  Hepsi o kadar.


Üstelik beni asıl şaşırtan bir ikinci nokta var yeni senaristin sözlerinde. Acaba ben mi yanlış anlıyorum diye tekrar tekrar okudum ama maalesef şunu da söylemiş:
"Tuba bizi kırmadı.  Beraber derin ve özel bir karakter hayal ettik."

   (Nare  sığ ve basit  demeye getirmiş yani üstü kapalı.)
 (Oyuncu ile beraber karakter - rol tasarlamak gibi tuhaf ve profesyonel olmayan yaklaşıma hiç değinmiyorum bile.)

İşte aynı daha önceki yazılarımda müzikle ilgili sorunu yazarken bahsettiğim noktaya geldik. Gökhan Kırdar'dan sonra gelen müzisyenin bu dizinin ruhunu anlamaması, alakasız şarkılar ve melodilerle bayması,  ancak onlarca bölüm sonra alakalı bir şeyler ortaya koyabilmesi gibi;  yeni gelen senarist maalesef henüz daha baş rolleri dahi tahlil etmemiş! Zira dizinin ruhunu kavramış ve konusunu anlamış aklı başında,  eli iyi kalem tutan kimse bu lafı etmez.

Eylem hanım belki farkına varamadı ama Türk dizi ve belki sinema tarihinde yazılmış en derin kadın karakterlerden biri gelmişti önüne.  (Maalesef yaratıcısı "ortiler", yani eski senaristler yazamadı o ayrı konu.)  Neslihan Atagül de belki farkında olarak belki olmadan, Nare'ye yeni derinlikler kattı. Mesela dikkatli izleyicilerin farkında olduğu gibi,  Sancar'ın düğününe geldiği 1.bölümden itibaren hep aynı kırmızı-beyaz küpeleri takması, sıklıkla çizme-bot giymesi, çok nadir  (ve genelde kötü bir şey olduğunda)  saçlarını toplaması gibi farklılıklar...

Bir insanın maddi gücü ve imkanları olmasına rağmen böyle bir tutum sergilemesi, onun seçici bir karakter olduğunu ortaya koyar ki böyle bir kadın karakterin Türk dizilerinde "gerçek kız" olarak ele alınması mümkün dahi olamaz(dı).

(Yetişkin ve izlediğini ayırt edebilecek güçte çoğu kişinin sorduğu gibi, yeni tecavüze uğramış bir genç kız ertesi gün neredeyse kıtalar ötesi yolculuk yapıp, hava alanından hava alanına koşturup sonunda Muğla'ya, hatta dağ evine kadar geliyor ve dün hiçbir şey olmamış gibi düğün sırası alıp dini nikah kıyıyor! Sonra Sancar tecavüze inanmadı diye kötü ilan ediliyor!  Mantıklı mı bunlar?
Acaba Nare daha önce de taciz edilmiş miydi? Zira dizide çeşitli bölümler izlediğimiz gibi, Nare bazen kendisini de çevresindekileri de kandırabilme,  gerçekleri saklama  eğiliminde. Ki çeşitli kereler tacize uğramış kişilerde gerçeklik algısı zedelenebiliyor,  kişi böyle bir koruma geliştiriyor.

Uçurumdan atladıktan sonra Akın'ın onu alıp hastaneye götürdüğünü öğrendik mesela 2. bölümde.  Akın  Nare'nin uçurumdan atladığını nereden biliyordu peki? Yeni gerdeğe girdiği Sancar dahi bilmiyor ama Akın biliyor,  eliyle koymuş gibi kızı düştüğü yerden alıp hastaneye götürüyor! Muhtemelen Akın o gece Sefirin Kızı'nı o uçuruma kadar takip etmişti, Nare artık kendisi için hiçbir çıkışın kalmadığını görerek kendini aşağı bırakmıştı. Dışarıdan bakılınca ışıl ışıl bir "Sefirin Kızı" ama içeride yıkık-dökük bir kız çocuğu ve hayatına dair tek gerçek ışık ve çıkış yolu olarak gördüğü Sancar  (ve onun her koşulda iyiliğini düşünerek,  kendini dahi feda ederek  var olma hali...)

Sonra nasıl bir annesi vardı Nare'nin? Ülkü hanım nasıl bir kadındı?  Kızını nasıl yetiştirdi?  Nare'nin büyükelçi olan babası neden adeta bir düşman gibiydi?

Bir grip olduğumuzda dahi halsizlikten kırılırken; bütün kemikleri, ormurgası kırılmış, üstüne hamile olduğunu öğrenip önce yoğun bakım, ardından akıl hastanesine kapatılan Nare  nasıl tekrar hayata tutundu, çocuklu bir anne olarak üniversiteyi nasıl okudu, babasının yanına döndüğünde hangi işlerde çalıştı...  (Nare Sancar'ın ev adresi bilgisini navigasyona konum girecek kadar net olarak nasıl biliyordu?)

Nare'nin  Isabel üzerinden  "sevgi dini"  olarak  İsa  ile karşılaşması.  "Düşmanını sev" bakışı ve uçurumun kıyısında ayakları bağlı halde bulduğu Akın'ı çözmesi.  Hem Sancar hem Akın için ölümü/esareti değil hayatı seçmesi... İçinde nefret olmaması...  (gibi anlatılamayan, insanları da ürkütmemek için dokunulup geçilen nice "şey".)

Ya Sancar? Bir erkeğin, sevdiği kadının onu aldattığını düşünmesi, hatta kusursuz yalanlarla buna inandırılması sonrası dahi onu sevmeye devam etmesi ve başka kimseye yaklaşamaması? Sancar o 9 senede neler yaşadı? Nasıl yarasını bastırdı?  Melek babasına Montenegro'dan dönüş günü yaşadığı korkuları anlatsaydı;  Akın'dan, dedesinden ve babasını tanıyana kadar bütün erkeklerden korktuğunu söyleseydi...
Ve en önemlisi bu çift neredeyse 10 yıl sonra tekrar karşı karşıya geldiklerinde ortaya çıkan elektrik, olumlu ve olumsuz taraflarıyla ortaya konsa, bunlar işlense, bunlara rağmen ilişkileri nasıl yol alacak bunlar yazılsa... Deneyimli, kalemi iyi, iletişimi bilen iyi bir aşk yazarı diye beklerken biz...)


Yani okyanuslar kadar derin  Nare'yi yok ediyorsun ve derhal "derin/sorunlu bir karakteri devreye sokacağını"  mı söylüyorsun?

Yazma ya,  derin yazma lütfen!  Biz o sularda boğulduk zaten. Herkes dilediği sosyal medya, forum, YouTube araştırmasını yapsın, helak olduk biz Nar-San'da!  Bir tek benim sanıyordum başta, koca koca adamlar yazmış "Gündüz Nare ve Sancar'ı düşünüyorum uyanır uyanmaz,  gece yatarken onları.  ne olacak bunlara?"
Ağlamaktan,  acıdan helak olduk lütfen yani!

Hele ki korona, yasaklar, belirsizlikler, sıkıntı, kötü ekonomik şartlar, siyasi sorunlar ile dolu günlerde lütfen derin yazma. Yazacaksan al burada Nare var.  Haa, yazmayacaksan da Nare'den sonra lütfen derin yazma.

Belki basit, sıradan, karakterinde sivri köşeleri derinlikleri olmayan; ama hayat enerjisi, yaşam sevgisi yüksek, kolay ağlayıp ağlatmayan, eli yüzü düzgün, canlı-kadınsı,  mutlaka sohbeti iyi,  tatlı dilli,  sakin ve sakinleştirici,  normal bir anne-babası olan,  biraz eğitimli (Menekşe'den hallice) bir kadın karakter daha çok reyting getirebilir bu ara. Zaten Nare ve Menekşe'den sonra Sancar'ın hayatına girebilecek bir kadın da muhtemelen böyle olur.

_Sancar Nare'ye açıkça söylemişti,  "Sen gidersen ben çok kötü bir adam olurum Nare!"  demişti.  Sancar (Nare'den sonra)  çapkın bir adam  olsa,  hatta belki kadınlardan bu şekilde öç alan biri olarak yazılsa  (ve dahi hayatına birkaç kadın girse)  daha iyi olurdu. Her durumda NarSan üstüne yılış-yapış aşktan iyidir. Yeter ki EnginAkyürek'in karşısına kötü bir oyuncu seçilmesin.

_Veya bir ihtimal kadınsız da devam edilebilirdi. Yani partnersiz olarak. Engin Akyürek ve  (daha önce bir yazımda dediğim gibi, çoğu yetişkin oyuncuya ders verebilecek güçteki)  Melek (Beren Gençalp) ile,  Kahraman gibi karakterlerin presleri ile,  yeni yan karakterlerin çevresinde dönecek aşk ilişkileri - gerilimleri ile...  (_Belki dizinin son bölümlerine doğru sürpriz bir kadın konuk oyuncu olabilirdi.)


Ancak mevcut halde senarist;  kimsenin fanı olmadan,  sadece bu dizinin hikayesini ve oyunculuklarını,  baş rollerdeki Engin Akyürek ve Neslihan Atagül'ün muhteşem uyumunu görüp diziyi takip eden izleyicileri bir kalemde sildi.  Senaryonun adeta göçtüğü dönemler dahi  "Belki vaat edilen #NarSan destanı anlatılmaya nihayet başlar"  ümidiyle diziye tutunmuşken;  siz daha gelir gelmez ana çifti, geride kalan karakterleri ve önceki 35 bölümü dinamitlerseniz;  bu en basit tabirle  saygısızlıktır.  Adeta  izleyiciyi yok saymak,  kendi geçmişinizden getirdiğiniz sevilen bir çifti  (EnTu)  ısıtıp tekrar piyasaya sürmektir.  Hele ki  "ilk görüşte aşk"  yazılırsa çok yazık olur.

Ben bunun iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum yani. Ancak (düşük bir ihtimal ama)  ola da  reytingler  yüksek gelse dahi benim için bir şey değişmeyecek; zira başarıyı sadece rating  ve çok konuşulma üzerinden ölçmüyorum, böyle biri olmadım hiçbir zaman.  Anlatacağınız özgün bir hikayeniz, zekaya dair bir hediyeniz yoksa,  geçmişi (ve geçmiştekileri)  bir daha ısıtıp ortaya sürecekseniz,  ben burada ayrılırım.



Son olarak  size tuhaf gelebilir belki ama  Tuba Büyüküstün'ü cesareti adına tebrik ederim. Cesur bir tutum sergiledi ve daveti hemen kabul etti. Ben diziyi izlemeyeceğim, ama şu ana kadarki paylaşımlarından olumlu bir etki aldım. Bir kere bizdeki genç ünlülerin en büyük eksiğinin korkak davranmak olduğunu düşünen biri olarak kadın bunu kırdı. Ancak Neslihan Atagül ile çok farklı oyunculuk tarzları.  Ve korkarım senaryodaki kırılma kaynaklı bir başarısızlık durumu olursa kendisine çok yüklenilecektir. Ama en çok da Engin Akyürek'e...  Hatta bazıları çıkıp bunu  "Uraz'ın diziden çıkışına"  filan dahi bağlayabilir...  (umutsuz vakalar)

Ne acıklı ki... Güzel başlayıp (hızla ünlü olup)  benim de başlangıçta hikayede özel bir yere sahip gördüğüm, değer verdiğim; ancak hatalı senaryo yazımı ile gitgide zarar-ziyana dönüşen,  artık toksik bir kitle haline gelmiş Gediz karakterinin, ve yalan-sahte haberlerle ismi kirletilmiş, projeye de çok zarar vermiş Uraz Kaygılaroğlu'nun çıkışını dahi kutlayamadık.

Üstelik yazılan veda ile  "Nare'yi asıl seven ve hak eden Gediz'di"  algısı yaratıldı,  Sancar tamamen çökertildi. İnsanlar UrazKa'nın ayrılışı sonrası sosyal medyada sabaha kadar yazdı,  "EnBaşından beri gerçek seven ve Nare'yi hak eden Gediz'di,  bir kıro uğruna değer miydi?"
İşte Eylem'in bizi getirdiği yer:  Sancar'ın çöküşü!  SK bu çukurdan çıkamaz gayrı.

_Senarist isteseydi Nare'nin yokluğunu  (Neslihan Atagül'ün rahatsızlığını)  gayet iyi idare edebilirlerdi.  "Ortiler" son bölümlerinde Nare karakterini yıpratmışlardı zaten,  biraz geri çekip, iyileşince daha güçlü şekilde geri döndürülebilirdi.  Amacı belli ki diziye katkı değil,  hep hayalini kurduğu   Tuba-Engin projesi  imiş.
(Gerçi sadece Tuba'ya çalışma ihtimali de var,  bilemedim şimdi.)

(Bu arada ben Tuba Büyüküstün yerine olsaydım, Nare karakteri hemen çıkarılmasın derdim. Çok küçük bir yan rol olarak devam edebilecekken,  VEYA  en azından ne anlama geldiği nereye oturduğu belli olmayan tartışmalı bir şekilde değil,  daha Nare'ye ve diziye uygun bir çıkış yapılabilirdi diye düşünüyorum. Ancak galiba senaristin acelesi vardı  Latife Ussaki Twitter hesabında dediği gibi.

Engin Akyürek fan'larının  büyük bölümünün 3 gün geçmeden #Nar-San'ı harcamalarını,  "#NarSan aşkının hep özel kalacağını"  yazanlara sanalda soğuk rüzgarlar estirmelerini,  Neslihan Atagül'ün ve Nare'nin adını ananlara,  geçmiş olsun dileklerini iletenlere  "40 katır mı, 40 satır mı?"  demeye varan delirmiş hallerini ise hiçbir zaman anlamayacağım.

Bir dizinin ana konusundan çark edişi zaten hezimetin kabulüdür.  Hele bunun  "senaristin hayalleri"  ve geçmişten getirdiği favori çiftiyle  "kısa zamanda çok PARA kırma"  uğruna yapılmış olması, şirketin ciddiyeti hakkında bir kez daha derin ipuçları verirken;  bundan ne bekliyorsunuz ki daha?)


Doğrusu 20 yıllık destan diye başladık,  9 sene onu aldattığına inanmasına rağmen hala sevebilen bir adam dedik, mesafelerin bile manevi anlamda ayıramadığı  #NarSan  derken...
Anında hokus pokus bişeyler oldu buhar olup uçtu her şey.

Onca zaman Nar-San demiş bazı hesapların, anında "Marka değeri yüksek Tuba geldi, artık eleştirmeye gerek yok" dediklerini gördük sonra... Böyle adamlar aşık olacakları, evlenecekleri kişileri  "marka değeri"ne  göre seçiyor herhalde... Uzak olsunlar!

("Yüzyılın uyumu",  "reytingler en az % 1,5 - 2 artar"  diyenlere filan hiç girmiyorum bile.)

Ama ben ilişkiler konusunda sert biriyim. Kendi arkadaşlarımdan bile uzun zaman beraber evli çift olarak gördüklerimden birisi ayrıldıktan veya eşini kaybettikten sonra başkasıyla evlenirse görüşmek içimden gelmiyor. Bir boşluk oluyor. Çocukken böyle insanlar evimize geldiğinde rahatsız olurdum mesela. Dizi olarak izlemem pek mümkün değil yani. Artık Engin Akyürek'i keşfettiğim için sinema filmlerine başlamıştım. Nasipse Bir Bulut Olsam'a başlarım yakında,  sararsa ondan devam ederim.




EDIT:  Düşünün ki alışverişe çıkıyorsunuz. Ailenizden birinin veya yakın bir arkadaşınızın düğününe davetlisiniz, uygun kıyafet arıyorsunuz. Mağazadan hoşunuza giden bir gece kıyafeti alıyorsunuz fakat boyunun size göre ayarlanması gerekiyor. Size hazır olacağını söyledikleri zaman gidip poşetinizi alıyorsunuz. Eve gelip açtığınızda bir de bakıyorsunuz ki içindeki alelade bir kot!  İyi de benim siparişim bu değildi,  yanlışlık oldu herhalde deyip mağazaya geri gidiyorsunuz. Ama kasadaki görevli size diyor ki: "Hayır yanlışlık olmadı, biz sizin için bunu uygun gördük. Beğenmezseniz giymeyin."

İşte #SefirinKızı'nda yaşadığımız, pişmiş tavuğun başına gelmeyen olayların basit bir özeti budur.  Gerçekten ne vaat edilmişti,  ne umduk ne bulduk biz bu dizide?  Engin Akyürek'in bir daha böyle ciddiyetsiz projeler ve yapımlarda olmaması dileğimle.

Dizi hakkındaki tüm yazılarım yayın tarihina göre sırasıyla:

10 Ocak 2021 Pazar

TELİF HAKKI              
   (Yazılarımı izinsiz çalmadan önce)


2009'dan beri tuttuğum bu blog'da, bazen anılarımı, bazen gündemdeki olayları, bazen sanat eserlerini, bazen de bilimsel konuları paylaştım.  Yani anlayacağınız  burayı bir not defteri gibi kullandım.

Arada çok okunan bazı  "biyografik"  yazılarım da oldu.
Müzeyyen Senar, Prenses Soraya (Süreyya), Anna Nicole Smith, Michael JACKSON,  Hakkı Devrim  gibi...

Ne güzel,  zaten okunması için bunları paylaşıyorum.

Ancak keşke, resimler dahil, paragraflarca yazdıklarımı birebir kopyalarken, bir (1) kez olsun adımı VEYA site adresimi de alıntılasanız.

İrtibata geçip,  adımın anılmasını veya kaynak gösterilmesini istediğimde bana "ego yaptığım" söylenmese, üstüne bir de hakaret yemesem.


İlk kez benim yazdığım yazılar,  yıllar yıllar sonra tanımadığım kişiler tarafından benim karşıma sürülüp benden telif hakkı istenebiliyor.  "Ne var yani herkes faydalansa!"  ibaresi de bu gibi durumlarda sıkça karşılaştığım bir cevap.

Yaşadıklarım kesinlikle münferit değil.  Şu ana dek alçakgönüllü ve insanca davranana denk gelmek pek nasip olmadı.
Umarım önümüzdeki yıllarda daha olumlu sonuçlar alırım.

Tabi bu ülkede lafa baksan herkes  "liyakat"  istiyor,  ahlâksızlık ve hırsızlıktan şikayetçi.  Bu çelişkiye  "Şu Lanet  Liyâkat!"  başlığında ucundan değinmiştim zaten.