14 Eylül 2020 Pazartesi

    SEFİRİN KIZI   (2. yazı)


Dizi izlemeyen biri olarak, on yıllardır izlediğim tek dizi Sefirin Kızı oldu. Her bölümü izledim, bazılarını defalarca... Ancak böyle giderse dibe doğru iner:
1) Müzik sorunu
(Daha önceki ŞU yazımda ayrıntılı olarak değindiğim için burada tekrar açmayacağım)
2) Gediz rolü böyle devam ederse...

Gediz karakteri bu diziyi izlenir kılan ve hikayeye anlam katan köşebaşlarından biri. Onunla ilgili şahsi görüşlerimi yazmadan önce, YouTube'da denk geldiğim bir yorumu burada paylaşmak istiyorum:

"Cidden Gedizi cok boktan bi konuma soktular. İlk zamanki rolü iyiydi,  şuan uşak gibi  gel Gediz git Gediz..  Senarist yanlış yapmis bu diziye ask üçgeni gitmez abicim  Gedizede mis gibi ayrı bir kadin ayri bir hikaye dizi icinde yazılabilirdi, farkli bisi izlemiş olurduk biryandan guzel seviyor hakediyor Nareyi  biryandan arkadaşının eskiden ve hala sevdigine goz dikiyor  sacma"

Bu karakterde iki erkeğin aynı kızı sevmesi 18 bölüm sürdürülmez, bir yerde ayrımın olması gerekirdi. Yani hem birbirlerinin dostu/sağdıcı/ortağı hem aynı kızı paylaşamıyorlar!

Bu olmaz.  Gediz  ya sevgili ya da arkadaş olarak kalacaktı,  ki  -ben de Nare'nin arzuladığı gibi-  Gediz'in "en iyi dostu" olmasını isterdim. Çünkü asıl ihtiyaç olan ve yaraları saracak olan tam da buydu.  Biraz açayım.

Toplum ve özellikle kadınlar olarak özlemini duyduğumuz farklı bir erkek tipiydi Gediz. Çünkü en çok eksikliğini hissettiğimiz şey:

Yaralarımızı, acılarımızı, çıkmazlarımızı açabileceğimiz, uzun uzun sohbet edebileceğimiz, bizi yargılamak için yarışa girmeden önce bizi ANLAMAYA çalışacak, sorunlarımızda bize akıl verebilecek, elimizi tutabilecek olan biri. Gerçek yüklerimiz omuzlarımızı aşınca çukurun dibine düşmeden veya sinek gibi duvara yapışmadan önce, veya tam da böyle olurken içimizi açabileceğimiz, bize hayatında zaman açabilecek,  maddi  - manevi değerlerce güçlü bir el,  ve dost bir dil.

Üstelik dizinin, Nare ve Sancar aşkı üzerinden, yerel ve Batı değerlerini buluşturup barıştırma gibi bir havası olduğunu da düşünürseniz; bu "uyuşma" Gediz gibi bir arabulucu sayesinde daha doğal olabilirdi.  Ancak Nare'ye aşkı senaryoda uzatıldıkça,  o da bir anlamda  hain karakter (villain)  olup çıktı.

Yakınındaki iki insanın (Nare-Sancar) geçmişten gelen yaraları var ve Gediz en iyi arkadaşları olarak bu yaraları sarabilecekken sarmıyor; kızları Meleğin anne-babasını bir arada görme hayallerinden bile rahatsız oluyor.

E ama biz bu Gediz'i sevmemiştik ki! Gediz karakterine bu hâl yakışmadı.  Hele 18. bölümde Dudu'ya yaklaşımı, Dudu-Yahya arası evlilik dışı yakınlaşmayı ele alış biçimi;  kadın ve sevgiye bakışını da ortaya koyunca Gediz karakteri yıkıldı gitti.
Şu anda Gediz'in sokaktaki herhangi bir "PARALI PİÇ"ten ne farkı kaldı ki?

Sonuçta Gediz Nare'ye aşık oldu, duygularını geliştirdi, sonunda onun için Sancar'la yumruk yumruğa kavga dahi etti. Hadi diyelim beraber hapisten çıktıktan sonra birkaç bölüm daha bunun ekmeği yendi. Ne olursa olsun artık bir yerde Gediz iç yüzleşmesini yapıp bir yola sapmalıydı.  (Ve bu bence sıkı dostluk olmalı idi.)
Haa,  dostluk zamanla ilişkiye evrilebilir miydi  (ki en sağlam evlilikler böyle doğmuş olanlardır)  bu tamamen senaristlere kalmış tabii.  Ancak mevcut halde Gediz karakteri çöktü, karaktersiz bir figüre dönüştü.

Hani bu dizide hep bir liseli taraf vardı ama, bu kadar liseli aşıklar gibi "iki erkeğin bir kızı paylaşamaması" sakızını,  prime time'da Acun işleri ve Yasak Elma'ya   (bide Çukur'a)  karşı yarışan hiçbir yapım kaldıramaz.
Zannederim yorumlara, fan'lara ve sosyal medyadaki popi sitelerde yazılanlara bakıp Gediz'in aşkını gereksizce uzattıkça uzattılar. Düşünün ki kaç bölüm geldi geçti Akın Polise teslim edilemedi. Menekşe desen hâlâ konakta!  Özetle senaryo pek bir şey vaat etmiyor.  Her dizide olan standart "aşk üçgeni" sakızı uzadıkça uzatılıyor.

Nare'nin anlatısındaki ve senaryodaki çelişkilere değinmiyorum bile...  (Her bölümde ayrı bir kişiliğe bürünen,  üç bölüm önce dediğiyle çelişen yan rollere de...)  Hele ki Gediz yılışık-yapışıklık, Nare takıntısı ve hainlikte daha da ileri gider ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi Nare - Sancar ile tekrar barıştırılmaya çalışılırsa kayış hepten kopar.
Keşke diziyi yönetenler ve yazarlar bu yoruma denk gelip bir düşünseydi...


EDIT:
Gediz, ilk bölümlerde "fifty-fifty" kötü-iyi geçişleri olan birisiydi. Daha 1. bölümde, yanında küçük çocuğu olan bir kadının yatak odasına gecenin bir yarısı geliyor, şahsi eşyalarını izinsiz karıştırıyor,  günlüğünü okuyordu. Bunlar Batı-Doğu farklı algılanan şeyler değil. Ayrıca 4. bölümde Nare marinada çalışmayı başta kabul etmediğinde, onu dili ile sokuyor ve psikolojik baskı uyguluyordu. Bu ve bunun gibi tekinsiz özelliklerine rağmen; Gediz iyi tarafları, dostluğu ve karizmatik yanları ile dengeliyordu. Ancak 20. bölümlerde karakterinin kötü yanı belirgin olarak ağır basmaya başladı. Zamanında ablasını eterle bayıltıp bağlayıp kaçırmış günlerce işkence etmiş bir adamla, hem de anlık bir sinir ve duygusal ihtirasları uğruna işbirliği yapacak duruma kadar geldi. Müge, öz kardeşi tarafından dahi sevilmediğini, sayılmadığını anladı. Yazının başında da dediğim gibi,  ben Gediz'in "fifty-fifty" halini ve Nare ile dost kalma ihtimalini sevmiştim. Senaryo belki böyle gelişmedi;  ama Gediz'e melekmiş gibi,  iyi adam - iyi eş'miş gibi bakanlar derin yanılgı içinde...

Ancak biz burada ne yazarsak yazalım,  senaristler bölümler ne kadar iyi olursa olsun,  belli bir kesim hep #NarGed diyecek.  Gediz'de Batılı-Amerikalı, havalı, züppe, marka giyinen, esprili ve karizmatik  (sözde "romantik")  zengin piçini gördüklerinden karakter isterse dibine vursun ona hayranlıkları dinmez. Sonuçta "şekilcilik ve hava" baş kriterler arasına gireli epey oluyor. Eğitim de bu eğilimi besleyecek şekilde işliyor, hem yerelde hem dünyada... Bunun sonucunda da cahil (ilkokul mezunu diye küçümsedikleri) insanların dahi "Bundan yâr olmaz" dedikleri kişilere âşık olup ilişkilere girip   başlarını derde sokan tipleri görüyoruz işte...)


2 Eylül 2020 Çarşamba

  Yeni Dünya rotası:  RUHSUZLUK


RUHSUZLUK (bence) önümüzdeki yıllarda "torpil ve liyakat eksikliği"nden daha çok canlar yakacak güncel bir gerçeklik.  *

Bir kere  kimsenin kimseye  ZAMANı YOK!
Yoğun iş temposuna, oyunlara, filmlere-dizilere, sosyal medyaya, seveni için gezilere, "mekanlara akmaya" şuna buna zaman var; ama insanlarla yüz-yüze  sözel iletişime gelince  "zamanımız yok".

Evlilik kurumu derseniz kökten sorgulanıyor,  hatta şekil değiştiriyor.
Evli olmadan aynı çatı altında yaşamak, ayrı evlerde yaşayıp düzenli ilişki içerisinde olma halleri yaygınlaşıyor.

İnsanların birbirlerine karşı aşırı duygusuzlaştıkları, iş hayatına dair sorumlulukların ve iş saatlerinin aşırı arttığı, beklentilerin çok yükseldiği, ve eğlenceye ayırılması gereken zamanın çok arttığı bir zamanda ilişkiler de  eski kalıplarla yürüyemiyor.

"Acaba bu insanlar sevmekten mi korkuyor?"   **

Bence modern insan kendisini SON DERECE seviyor. Âdeta "her zerresine çok önem veriyor."
Asıl mesele,  kendi dışındakine duygusal dünyasında ne kadar yer kaldığı ile ilgili.  Başkasına,  yani kendi dışındakine ayırdığı alan çok kısıtlı sanki. Bencilliğin aşırı seviyelere varmasının kaçınılmaz sonucu bu.


Kendini çok seven, kendini o kadar çok seven ve KENDİ zevklerini o kadar merkeze çeken ki diğer insanlara (hatta kendi öz ailesine, yakın arkadaşlarına karşı bile)  körleşen insanlar...

Aynı durum Türkiye'de de var;  kimilerine göre, özellikle dinden ve maneviyattan uzaklaşmış gruplarda daha kolay ayırt edilebiliyor bu hal. Kişisel bakıma, düzenli aerobike, spora, kedi-köpeğe, kurslara, kariyerlerine, eğlencelerine, hobilerine, oyunlarına, bitmeyen gezmelerine ayırabilecekleri gani gani zamanları varken... Mesela hasta olan annelerini bir kez olsun ziyaret etmeye, veya haftasonu bir gün gidip ev işlerinde biraz olsun ona yardım etmeye filan gelince zerre kadar zamanları yoktur.  Ne var ki, yüzünü görmek istemedikleri annelerinden istekleri de hiç bitmez.  Çocuğuna bakmalarını isterler, yemek yapmasını beklerler, arkasını toplamasını, eksiklerini almasını isterler...  Anlayacağınız,  isterler de isterler.

Kendileri  "dertli"  olduklarında,  gecenin bir yarısı da olsa derhal gelmeniz için diretirlerken;  siz  bir gün olsun bir derdinizi açmak isteseniz derhal randevu defterlerini açıp hangi gün boş olduklarına bakacaklar ve mutemelen iki haftadan önce de yer açamayacaklardır. Fakat her durumda DUYGUSAL olan, HASSAS olan hep onlar olacaktır. İçinde yaşadığı toplumun geneline göre, bir eli yağda bir eli balda yaşarken, durmadan devletini ve yöneticilerini eleştirenlerin bu gruptan çıkması da ayrı bir ironidir.


"İMDAAAAT !!!
İnsanlar bi tuhaf oldu.
Bir elinde mobil,  diğer eliyle pıt pıt pıt mesaj yazarken, kulağında kulaklık!
Nasıl duyacak yanı başında imdaaaat diye haykıranı can havliyle.
BU İNSANLAR Bİ TUHAF OLDULAR"   **

Şu anda vücudun herhangi bir uzvu gibi zaten cep telefonu. Üstelik sadece gençler değil, yaşlılar da böyle. Sürekli cep telefonu ile meşguller. Sesli konuşma ve sohbetler çok azaldı. Geçmişteki o sözlü kültürü özlüyorum bazen.  Gerçi ben dinlemeyi çok severdim,  hâlâ da öyle...  Ancak şimdi ben de sadece kulaklıktan müzik dinliyorum.
Ama bu konuda seçiciyim;  rastgele  veya  popüler diye müzik dinlemem.


İnsanlar duygularını kaybediyor, görmüyor musunuz?

Bu kaybı da (bilinçli ya da bilinçsiz) sahte "hassasiyet"ler geliştirerek maskeliyorlar. En başta bireysel ilişkilerde ve aile içinde kendini belli ediyor bu hal. Toplum ortalamasının gayet üstünde maaş alıyor karı-koca, ama kadın felç geçirmiş annesine duygusal baskı yapıyor çocuğuna bakması için... İŞ çıkışı arkadaşlarıyla Starbucks'ta kahvesini yudumlayıp laflamadan eve gelmiyor... Tabii arada sosyal medya hesabını açıp ona buna hassasiyet kesmekten, "vicdansızlar, ahlaksızlar" diye manevi görevini icra etmekten de geri kalmıyor...
Çocuklar;  anlayışsızlık, duygusuzluk, hissizlikte birbiriyle yarışıyor.  Elinde telefonu ve internet paketi varsa zaten dünya yıkılsa umursamıyor. Ama bakarsan onlar da çok HASSAS. Kimisi hayvanlara zulüm konusunda çok hassas kesiliyor, kimisi "bullying" konusunda hassas... Hatta en  bully  olanların kimisi  laflarına bakarsan en hassas!
Çocuklar  ana-bablarından sadece kaşını gözünü almıyor yani.



EKLER:

Bu yazıda şu akışlardan etkilendim:

*  Reşat Çalışlar,  Twitter'da  "siyaset zehirlenmesi yaşayan ruhsuzlar"  diye  bir tvit  atmıştı. Tabii ki görmezden gelindi kitle tarafından. Ama ben geçip gitmek istemedim ve RUHSUZLAŞMA üzerine bir giriş yapmak istedim bugün.

** Facebook'ta  Mustafa Satış  hesabını takip ediyorum. Arada siyasi ve güncel konular kadar  insan psikolojisi, aile, sosyoloji alanına giren konular ve toplumdaki değişiklikler gibi türlü konulara da kendi özgün penceresinden bakan bir kalem.

Özellikle şu yazdığı yazılar ve altındaki yorumlarla gelişen akıştan da bazı alıntılar yaptım.  Önümüzdeki günlerde yeni eklemelerim de olabilir. Maskeli ruh halleri ve duyarsızlaşma üzerine devam edelim.

İLGİ:   www.facebook.com/satismustaf/posts/10158649091551665
İLİŞKİLER VE GELİŞMELER:
www.facebook.com/photo.php?fbid=10158646825226665